Yenilikçi-devrimci düşüncelerin ezilmeye çalışıldığı, fikri çölleştirilmenin oluşturulduğu
bu ortamda bilimsel diyalektik düşüncenin gelişebilmesi için öncelikle sol entelejensiyanın ve aydınlanmacı kanaat önderlerinin her türlü uzlaştırmacı, liberal tavrı bırakarak gerici projelere ve politikalara karşı çıkmaları gerekiyor.
Ama bu çevrelerin devrimci düşüncelerin asimile edilmesinde, sistemle uyumlu hale getirilmesinde harcadıkları çabalarından vaz geçmeleri de zor görünüyor. Bu nedenle söz konusu çevrelerden önemli bir beklenti içine girmenin boş hayal olduğunu görmek durumundayız.
Herakleitos Yaşıyor…
O, Felsefenin olduğu kadar şiirin de ulu efendisi,
Anadolu’nun söz ve düşün ustası…
Samih Rifat’ın yazdığı-çevirdiği “Herakleitos Bir Kapalı Söz Ustasıyla Buluşma Denemesi” isimli kitabı okumaya başlamadan önce her kitaba yaptığım gibi arka kapağına baktım. Arka kapağı hazırlayanlar Herakleitos’un “iki bin” yaşında olduğunu yazarak bu Efesli büyük düşünürü yaklaşık olarak “beş yüz” yaş gençleştiriyorlardı. Bu hatanın kaynağının kitabın ilk sayfasını okuyunca yazarın kendisinden uzun bir alıntı yaptığı René Char olduğunu görüyoruz. R. Char şöyle yazmış: “Herakleitos’a bundan iki bin yıl önce ‘Güneş bir insan ayağı kadar’ dedirten sözcük kurgusunu anlamayı hiç denediniz mi bilmiyorum.”
Artık bu büyük ustanın yaşını (MÖ: 544-483) bir kenara bırakalım ve onun hangi gizil geçitlerden akıp geldiği tam olarak bilinmeyen, hangi Anadolu ırmaklarında kaç kez yıkanarak billurlaşan, karanlıklardan süzülüp gelen ama yıllar içinde çoğu kaybolup gittiği için azı kalmış pırlanta misali fikirlerine yaklaşmaya çalışalım. Onun güneşli sözleri, düşünceleri o kadar yüksekten uçuyorlar ki biz onlara erişemediğimiz için “karanlık” buluyoruz belki de. Gerçekten de “karanlık” olan o mu, yoksa ona erişemeyenlerin yetersizliklerini bu nitelendirme ile örtme çabası mı?
René Char’ın dediği gibi “bizim şiirimiz bu”, felsefe sözlüklerinde ve tarihlerinde ne yazarsa yazsın Herakleitos bizim düşünürümüzdür. Bir Anadolulu olduğu için bizim şairimiz, bizim filozofumuzdur Efesli Herakleitos. Zamanı, yeri-yurdu belli bir insan, eski çağların bilinmezliklerini tutuşturarak kendinden sonraki zamanları da aydınlatan bir meşale o ve hala ışıl ışıl.
Ne Herakleitos’un ne de yüz yıllarca hep ırmakların sürekli yenilenen suyunda yıkanan devrimcilerin düşünceleri “kapalı bir çember” gibidir, çünkü o çağının devrimcisidir, bu benzerliğimizdir. Bire bir aynı değiliz, bu mümkün de değil, en başta durmadan akan zamandan kaynaklı farklılıklarımız; aynı dağın doğu yamacından çıkıp Akdeniz’e dökülen ırmak ile batı yamacından çıkıp Ege’ye dökülen kadar ayrı! Suları buluşup iç içe geçecek kadar, hatta birbirini içerecek kadar farklı! Ama bu farka rağmen “helezonik” bir çelik yay gibidir düşüncelerimizin seyir serüveni, sürekli değişerek-yenilenerek yükselmekte. İnsanlar farkında olsa da olmasa da, benimsese de benimsemese de bu böyle, gerçek bu. Bilgiyi edinme süreci ve biçiminin değişmemesine karşın bu böyle.
İdealizmin babası Platon’un hocası Atinalı Sokrates (MÖ. 469-399) doğmadan ölen Efesli Herakleitos maddeci eğilimli diyalektikçidir. “Doğa Üstüne” adlı felsefi yapıtı, ilk çağ dünyasını etkilemiş, derinlikli bir eserdir. Herakleitos’a göre, doğanın ilk maddesi ateşti, çünkü en fazla değişme ve hareket gücüne ateş sahipti. Bir bütün olarak dünya, tek tek şeyler, hatta ruhlar ateşten türemişti. “Bütün şeylerin birliği, dünya” diye düşünüyordu ve ona göre, “hiçbir tanrı tarafından, ya da insanlar tarafından yaratılmamıştı, düzenli olarak parlayan ve düzenli olarak sönen, ebedi yaşayan ateşten olmuştu, ateşti ve ateş olacaktı.” Herakleitos’a göre, bütün şeyler, zorunluluğa göre, ateşten türer ve buna da “logos” adını koyar.
Ona göre, dünya süreci döngüseldir. Bütün şeyler yeniden “ateş”e döner. (Bektaşilikteki dairesellik anlayışının Herakleitos’un bu döngüselliğiyle bir bağlantısı olabilir mi?) Herakleitos’a göre, doğada her şey sürekli akış halindedir. Bütün şeyler ve bütün temel özellikler değişerek kendi karşıtlarına döner. Soğuk sıcak olur, sıcak da soğuk. Her şey sürekli değişim içinde olduğundan ve sürekli yenilendiğinden, insan aynı suya iki kez giremez, çünkü ikinci girişindeki su ayrı (bir) sudur, yeni (bir) sudur.
İnsan dünyasında ise, her şeyin değişerek kendi karşıtına dönüşmesi, basit bir değişim değil, bir mücadeledir. Mücadele, evrenseldir. Ama karşıtların mücadelesi bunların özdeş olduklarını ortaya koyar. Yaşam ve ölüm, ışıkla karanlık, iyiyle kötü vb. bunların tümü, bir ve aynı şeydir. Değişimin evrenselliği ve her temel özelliğin kendi karşıtına dönmesi, bütün nitelikleri görecelikli kılar.
Herakleitos’a göre, duyumlar bilginin temelini oluşturur, ama ancak düşünme bilgeliğe götürür. Bir şey, duyularla algılanan ışıktan saklı olabilirse de, aklın ışığından kendini saklayamaz.( İvan Frolov yönetiminde Bilimler Akademisi’nin hazırladığı Felsefe Sözlüğü’nden yararlanıldı, Cem y.)
Düşünürümüz, kendi dünya görüşünü, çağdaşlarının ve yurttaşlarının düşüncelerinin karşısına koymaktan kaçınmamıştır. Örneğin Herakleitos için “Miletosluların bilimsel geleneğine bağlı değildir” diyen Bertrand Russell, “Conford, … Herakleitos’un, öbür İonyalılara benzetilerek, çok kez yanlış anlaşıldığını belirler haklı olarak” der. (B. Russell, Batı Felsefesi Tarihi, s.47 , Say P. 1983.)
Lassalle’in yazdığı “Efesoslu Herakleitos’un Felsefesi” adlı kitabı inceleyen Lenin, bu incelemesinde Hegel’in Herakleitos hakkında şöyle yazdığını belirtir: “Bir tek önermesi yoktur ki Herakleitos’un, alıp mantığıma katmamış olayım.” (Lenin, Felsefe Defterleri, S.287, Sosyal Yayınları, 1976)
Lassalle’in Herakleitos hakkındaki görüşlerini eleştiren Lenin, bu yazısında Lassalle’in Herakleitos’la ilgili olarak Hegel kopyacılığı yaptığını ifade eder ve şunları ekler:
“Şu Hegelci düşünceyi okurun kafasına çekiçle çakıyor adeta Lassalle: Soyut kavramlarda (ve bu kavramların meydana getirdiği sistemin içinde), hareket ilkesini, karşıtların özdeşliği ilkesinden başka bir ilkeyle açıklamak olanak dışıdır…” der Lenin ve Heraklleitos’un öğrencisi olan Krathulos’un düşünürümüzün “diyalektiğini sofistik’e kadar vardır”dığını belirtirek şunları söyler: “Krathulos,… hiçbir şey hakiki değildir, hiçbir şey hakkında hiçbir şey söylenemez… diyor. Diyalektiğin olumsuz (ve yalnız olumsuz) tümdengelimi bu. Oysa Herakleitos, tam tersine, şu ilkeyi benimsemişti: ‘herşey hakikidir’, herşeyde bir hakikat payı vardır…” demektedir Lenin.(Lenin, Felsefe Defterleri, s.290)
Lassalle’in “Efesoslu Herakleitos’un Felsefesi” isimli kitabında “ölçü diye bir şey tanımadığını belirten Lenin, Lassalle’in “Herakleitos’u Hegel’in içinde” boğduğunu yazar ve şöyle devam eder: “Çok yazık. Oysa, diyalektiğin kurucularından biri olarak ölçüyle verilmiş bir Herakleitos, alabildiğine yararlıolurdu…” demektedir. (Lenin, age, s.291)
Hegelci bir idealist olan Lassalle’in Herakleitos’un şu sözlerini de aktardığını belirtir Lenin: “Ne tanrıların ve ne de insanların hiç biri tarafından yaratılmadı dünya; ebediyen canlı bir ateştir o, ve hep öyle olacaktır.” (Lenin, age, s.291)
Diğer yandan Lassalle’in Herakleitos’un ateş’e yüklediği fonksiyonu Pers dinine bağlamasını Lenin alaylı bir dille eleştirmekten de geri durmaz.
İskenderiyeli Kleman’dan Lassalle’nin bir Herakleitos çevirisi üzerine Lenin: “Diyalektik maddecilik ilkelerinin çok iyi bir açıklaması” demektedir. Kleman’ın Herakleitos üzerine olan bu değerlendirmesinin çevirisi şöyle:
“Bütün her şeyin birliği olan dünya ne tanrıların ve ne insanların hiç biri tarafından yaratılmamıştır, yasalar uyarınca yanan ve sönen ebediyen canlı bir ateşti dünya, bir ateştir ve bir ateş olacaktır”… (Lenin, age, s. 294)
Sonuçta Lenin, Lassalle’in Herakleitos’la ilgili kitabının Marx tarafından okunmaya değmez olduğunu belirtirken haklı olduğunu ifade etmektedir. Herakleitos’u daha iyi anlamak için Lenin’in şu önemli değerlendirmesinin altını çizelim ve onun değerlendirmesini sonlandıralım:
“İdealist Lassalle’in, Herakleitos’u Hegel’e doğru çeke çeke, düşünürün maddeciliğini ya da maddeci eğilimlerini örtbas ettiği izlenimi uyanıyor insanda.” (Lenin, age, s. 297)
***
Batılılar, Anadolu’nun bizim sahip çıkamadığımız ya da benimseme olgunluğunu gösteremediğimiz tarihini kendi öz topraklarından çalarak müzelerine, şaşalı saraylarına hapsetmiş ya da meydanlarını süslemiştir. Anadolu’da yaşamış toplulukları kendi geçmişimiz, bu toprakların ürettiği fikirleri kendi değerimiz olarak benimsemediğimiz gibi, Dünya medeniyetinin tohumlarının binlerce yıl önce atılmaya başlandığı bu bölgenin insanlık tarihi içindeki anlamını ve değerini de kavra(ya)mamışız. Ama daha dörtyüz yıldır dünyada tanınan, modernizmin merkezliğine soyunan Batı’dan kendi topraklarımızın tarihini, tarih içindeki yerini ve anlamını öğrenmişiz. Bu topraklarda yaşayan insanların yarattığı zamanına göre çok ileri medeniyetleri, kültürü ve fikirleri bırakıp daha gerilerine saplantılı bir biçimde kendimizi zincirlemişiz. Bugün bile, o kendi kendimizi kelepçelediğimiz gerici ideolojilerden kurtularak, yaşadığımız toprakların ürünü olan çok daha ilerici fikirlere hala yönelmiyoruz, yönelenleri de susturan sistemlere biat ediyor birçoğumuz. Batı Anadolu’nun yetiştirdiği Herakleitos gibi büyük düşünürlerimizi bile hala görmeyecek kadar, yok sayacak kadar gerçeklerden kopuğuz. Burnumuzun dibinde aydınlık düşüncelerin köklerinin yaratıldığının farkında bile değiliz. Ne Miletli Thales (MÖ. 624-547) gibi matematik ve astronomi bilgininden, ne onun “yedi bilge kişiden biri” olduğundan haberdarız ne de görüşlerinden. Oysaki Bertrand Russell, Thales için şöyle söze başlar: “Öğrenenler için yazılmış her felsefe tarihinde ilk söz konusu edilen felsefenin, her şeyi suya bağlayan Thales’le başladığıdır.” (B. Russell, Batı Felsefesi Tarihi, s.31,Say, 1983.)
Yine Miletli ya da Miletos’un ikinci filozofu Anaximandros’u ve üçüncü filozofu Anaximenes’i de bilmeyiz. Şüphesiz bu üçlüyü ve başkalarını bilen düşünürlerimiz, bilim insanlarımız vardır. Biz bu tarihin büyük filozoflarının fikirlerinden hareketle ya da onlarınkinden farklı, onlarınkiyle çelişenleri düşün meydanına koyarak, zenginleştirerek yeni ve bizden fikirlerin oluşturulması için çaba harcanmamasından söz ediyoruz. Düşünen, fikir üretebilecek insanlarımızın da mevcudu kabullenmesini, var olana, benimsenmiş olana tabi olmasını kabullenemiyoruz. Eski tarihlerde bu topraklardan büyük düşün insanları yetişmişken yakın dönemlerde niye yetiş miyor? Bunun önünü kesen nedenler nelerdir, en azından bunların ortaya çıkarılması gerekmez mi? Düşünce tutukluluğuna neden olan nedir/ nelerdir?
Hâlbuki Anadolu’nun yetiştirdiği önemli bilim, felsefe, mimari ve sanat insanlarının olduğunu bütün dünya biliyor. Bugün imrenerek seyrettiğimiz kaleleri, amfi tiyatroları, heykelleri, suyollarını, o muhteşem şehirleri, vb. bu toprakların insanları yaptılar, kurdular. Örneğin Miletli üçlü adı verilen büyük düşünürlerin önemini ve kendilerinden sonra yaptığı etkiyi B. Russell şu cümlelerle anlatır: “Thales, Anaximandros ve Anaximenes’in düşünceleri, bilimsel varsayımlar sayılabilir. İnsan biçimi istekler ve ahlak ilkelerinin yersiz karışımı pek az ortaya çıkmıştır onlarda. Bu düşünürler yerinde sorular sormuşlardır. Soruların gücü ve inceliği, daha sonraki araştırıcılara esin vermiştir.” (B.R. age, s. 35)
Düşünsel ve bilimsel gelişmenin en temel zorlayıcı, tahrik edeci nedeni olan soru sormayı bırakan bir toplumun felsefe ve bilim alanlarında gelişmesinin söz konusu olamayacağı çok açık değil mi? Yüzlerce yıldır bu topraklarda yaşayanların, felsefe ve bilim alanlarında 2500 yıl öncesinde kat edilen mesafeyle karşılaştırılabilecek düzeyde bir gelişme gösterememesinin nedenleri arasında soru sormayı bırakmış olmalarını sayamaz mıyız? Biz soru sormayı ne zaman ve neden bıraktık? Bu soruların en temel cevabı, fikri gelişmeyi Ortaçağın karanlık ideolojilerinin boğmuş olması olabilir. Ortaçağla birlikte soru sormayı bıraktık, egemen hale gelen ideolojik yapılarca sunulanlarla yetinmeye ve bunun sonucu olarak sistemin üstünde yükseldiği kurumlara biat etmeye başladık. Bu sonucun egemen olmasının felsefi anlamda nedenleri üzerine kafa yormak, tartışmak çok gerekli bir ihtiyaç olarak ortada durmaktadır. Çünkü ortaya çıkan bu problemli sonuç siyasal, ideolojik ve toplumsal bakımlardan büyük sorunlar yaşamamıza neden olmuştur ve olmaktadır. Bu sorunun orası-burası mıncıklanmalı, kurcalanmalı, çünkü ülkemize ve bölgemize has yeni devrimci fikirlerin doğumunun, bu fikirlerin halkın içinde hayat bulmasının ortamı ancak bu yoldan gidilerek sağlanabilecektir. Bunun yapılabilmesi için bizim insanımızın eski ve yakın geçmişinde ortaya attığı fikirleri, aralarındaki bağlantı ve ayrılıkları gözden geçirerek, gelenekselleşmiş ya da kalıplaşmış anlayışları, alışkanlıkları vb birçok özelliği inceleyerek çözüm yolunda ilerlemek mümkün olabilecektir. Bu özelliklerin köklerine vakıf olmalı ve süreç içinde geçirdiği aşamaları (olumlu-olumsuz) incelemeli ve bugün karşı karşıya olduğumuz sorunların anlaşılmasına ışık tutulmalı. Yukarıda felsefi fikirlerini anlatmaya çalıştığımız Herakleitos’dan başlatarak bu çizdiğimiz çerçeve içinde tartışmaya devam edelim.
Aydınlanmacı felsefenin ülkemizde anlaşılmasında önemli katkıları olan Selahattin Hilav, diyalektik görüşü ilk kez ortaya atan Herakleitos’u Miletoslulardan farklı bir yere koysa da bu iki düşünce de yaklaşık aynı dönemde, aynı bölgede otaya çıkmıştı, M.Ö. 6. Yüzyılda ortaya çıkan bu düşünce akımları temelde “maddeci”ydi. Selahattin Hilav, Efesli ile Miletliler arasındaki fikri farkı şöyle koyuyor:
“Miletos’lu filozoflar, evrendeki bütün var olanların temelinde bulunan ve değişmeyen ana maddeyi aramışlardı… asıl aradıkları, evrenin içinde değişip duran şey değil, değişmeyen ve temeli oluşturan şeydi, yani varlığın tözüydü (cevheriydi).” (Selahattin Hilav, Felsefe El Kitabı, s.37, YKY, 2009)
“Bu filozofların görüşlerine karşıt olarak Herakleitos… evrende temel olan şeyin, varolanların kaynağında bulunan ve değişmeyen bir öz değil; değişmenin, akışın ve oluşun kendisi olduğunu ileri sürdü…” (S.Hilav, age, s.37)
Bu filozofların ortak yanlarının “maddecilik” olduğunu biliyoruz. Bu temel özelliğin karşısında yer alan fikir akımları gelecekte felsefe ve bilim alanında yaşanacak olan olumsuzlukların en temel nedeni olacaktır. Özellikle Herakleitos’da gördüğümüz maddecilik ve diyalektik gelişme-değişme kavramları karanlıklar çağının sonuçlarının silinmesinde çok önemli roller üstlenerek geleceğe açılma karakteristiklerinin fikri zemini olacaktır. Ancak ne yazık ki; bunu Herakleitos’un yaşadığı, ateşin fikirlerini gün yüzüne çıkaran topraklarda yaşayan insanlar değil Batılılar gerçekleştirdiler.
Dikkat ettiyseniz bu felsefi düşünceler Egenin kıyı kentlerinde, zamanın dünyasına açık, ticaret yapılan, sanat ve mimarinin güçlü olduğu, seyyahların gelip gittiği, çok tanrılı dine inanılan, evrensel özelliklere sahip şehir devletlerinde ortaya çıkmıştı. Çevresel koşullar ve yönetsel ortam fikir hareketlerine, sanatsal gelişime olanak tanıyordu. Bu bölgenin doğusunda Sümer-Babil medeniyeti, güneyinde Mısır, batısında antik Yunan yer alıyordu. O günün ticaret yollarının kesiştiği, fikir cereyanlarının odak noktası olan bölgede “özgür” şehirlerin varlığı felsefe ve bilimsel alanlarda yeni atılımların, gelişmelerin önünü açıyordu.
Antik Yunan’dan başlayarak Ortaçağ süresince felsefe dünyası idealizmin kontrolüne giriyor ve toplumlara dayatılan, öğretilen en önemli unsur din, mezhepçilik ve tarikat oluyordu. Bunların altında yatan kapalı ekonomi ve derebeylik sistemine göre şekillenen toplumsal ve siyasal sistemler medeniyeti geriletmiş, fikir ve sanat dünyasını adeta kilitlemiştir. Çok tanrılı dinlerdeki somutluk tek tanrılı dinlere geçişle birlikte yerini tam soyutluğa bırakarak doğallıktan ve yaşam kaynaklarından uzaklaşılmış, toplumsal hayatın tek belirleyicisi din ve ilgili kavramlar olmaya başlamıştır. Dinde kesin olarak belirtilmiş temel yargılar, dogmalar esastır. Dindar bu temel yargılara, naslara göre tasarlar, düşünür ve değerlendirir. “Bu neden böyledir, o niçin öyledir” gibi soruları inanan kişi gündeme getiremez. Çünkü din her şeyin cevabını vermiştir, dindarın görevi bu soruları ve cevapları tartışmak değil “buyrukları” olduğu gibi kabullenmektir, doğruluğunu onaylamaktır.
Bu nedenselliğin baskın etkisi altına giren toplumların düşün ve yaşamları durağanlaşmış, savaş ve talan ekonomisinin havasız, ışıksız dehlizlerine hapsedilmiştir. Bu gerici süreci zaman zaman bazı düşünürler delmişlerse de bunların ışıkları egemenlerce topluma ulaşamadan karartılıyordu. Çünkü bu geri sistem egemenlerin hâkimiyetlerini çok sağlamlaştırıyordu. Anadolu toprakları da bu karanlık gelişmenin en çok etkisi altında kalan bölgelerden biriydi. Bu toprakların sürekli akınlara, istilalara ve halkı kırıp geçiren hastalıklara maruz kalması da fikri gelişmenin önünü kesen önemli etkenler olmuştur.
Ortaçağı, bu çağın feodal sisteminin ideolojisi olan dinciliği sarsabilecek kapasiteye ve koşullara sahip düşünür, sanatçı-şair ve eylem adamları çok zor ve nadiren ortaya çıkıyordu. Herakleitos’tan yüzlerce sene sonra ortaya çıkan bu düşünürlerden birinin adı Şeyh Bedrettin’di. Onunla birlikte Dede Sultan (Börklüce)ve Torlak Kemal’i de unutmamalıyız. Herakleitos’la Şeyh Bedrettin arasında fikri yönden bir bağlantı kurulabilir mi, bunu Anadolu’daki düşünsel süreklilik yönünden üzerinde durulması gereken bir konu sayabilir miyiz? Yüz yıl önce Türkiye’de işgalcilere ve gerici egemenliğine karşı parıldayan ışığın fotonlarında Anadolu’nun fikri geleneğinin yeri ve anlamı ayrıca üzerinde durulması gereken bir konu olarak karşımızda durmaktadır. Türkiye entelejansiyasının bu konular üzerinde derinleşmeye gitmek yerine özellikle son yıllarda her yanından işbirlikçilik akan bilim dışı gerici safsatalarla toplumun zihnini zehirleyip durduğunu biliyoruz. “İnanç hürriyeti” adı altında emperyalist politikaları birçok kesime kabul ettirdiler. Bu safsata kavramla herkesi sindirerek özgürlük ve demokrasinin olmazsa olmazıymış gibi sundular ve beyinleri paslı kilitlere vurdular. Türban gibi 12 Eylül faşizminin simgesini AKP gericilerinin propaganda malzemesini memleketin en önemli konusu haline getirdiler, bıkmadan sömürdüler ve daha geçtiğimiz günlerde ODTÜ’de de provakatif amaçlarla kullandılar.
Yenilikçi- devrimci düşüncelerin ezilmeye çalışıldığı, fikri çölleştirilmenin oluşturulduğu bu ortamda bilimsel diyalektik düşüncenin gelişebilmesi için öncelikle sol entelejensiyanın ve aydınlanmacı kanaat önderlerinin her türlü uzlaştırmacı, liberal tavrı bırakarak gerici projelere ve politikalara karşı çıkmaları gerekiyor. Ama bu çevrelerin devrimci düşüncelerin asimile edilmesinde, sistemle uyumlu hale getirilmesinde harcadıkları çabalarından vaz geçmeleri de zor görünüyor. Bu nedenle söz konusu çevrelerden önemli bir beklenti içine girmenin boş hayal olduğunu görmek durumundayız.
Emperyalist güçlerin desteğiyle iktidara ve entelenjansiyaya egemen hale getirilen bu gericiliğin karşısında Herakleitos’un sonsuz ateşinin yeniden harlanması genç devrimcilere yeni düşünme yolları açabilir mi? Bu sorunun cevabını bulmak için izlenecek yol, yöntem bulunamaz mı? Heraklitos’dan başlayarak, Bedrettin’den devam ederek, Tevfik Fikret’ten, Nazım’a ve Mahir’e uzanan bir çizginin günümüzdeki karşılığını yaratabilecek genç beyinler çözüm yolunu üreteceklerdir. Öyle umuyorum. Son bir yıl içinde ülkemizde ortaya çıkan kitlesel eylemlerin içinden bu yolu yaratacak-kuracak genç düşünürlerin çıkacağını söyleyebiliriz. Daha bir yıl önce, Mayıs-Haziran döneminde gerçekleştirilen devrimci eylemleri bu gençlerin yaratabileceğini bilmiyorduk ama yaptılar. Sözünü ettiğimiz devrimci diyalektik çizgiyi bugünün koşullarında yenileyebileceklerine de inanmalıyız. Yapacaklardır. Yarattıkları eylemlerin fikirlerini, geçmişimizdeki devrimci düşüncelerle zenginleştirerek oluşturacaklardır.
İçinde yaşadığımız zaman periyodunda Herakleitos’un ateşinin yeniden parlayacağını (hatta parlamaya başladığını), 2500 yıl öncesinden kopup gelerek bugünün karanlığını tutuşturarak bize yol göstereceğini (göstermekte olduğunu) düşünmek zorlama sayılmamalı. Kim diyebilirdi ki; 2013 Mayıs ve Haziranında genç Heraleitoslar halkın önüne düşecekler, karanlıkları yırtmaya ve bu topraklarda bir kez daha boy göstermeye başlayacaklar.
Mehmet Ali Yılmaz