Emperyalizm, biçime değil öze önem verir, bir siyasal hareketin ne kadar radikal
yöntemler uyguladığının ve kendini nasıl ifade ettiğinin hiçbir önemi yoktur; önemli olan neye hizmet ettiğidir.
Kriz ve Geçiş Dönemi Üzerine Bazı Notlar-Mehmet Kemal Aladağ
Türkiye’de yıllardır üstü örtülü biçimde konuşulan gerçeklikler, Reyhanlı saldırılarıyla birlikte artık açıktan açığa tartışılmaya başlandı. Gerçeklerin açıkça konuşulmasının saflaşmaları nispeten artırdığını ve her şeyden önemlisi her geçici konjonktüre göre yeniden yorumlanan, eğilip bükülerek altında yatan ilişki biçimi gözden kaçırılmaya çalışılan temel çelişkileri açıkça görünür hale getirdiğini söyleyebiliriz. Bu durum, bulanık suda balık avlamayı siyaset yapmakla eş tutanları politik açıdan tercih yapmaya zorlasa da esasen tam da bu nedenle oldukça sağlıklı bir şeydir. Yeniden yapılanma ve geçiş dönemlerinde geçici bir “an” olarak ilişkinin niteliğinin bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığı böyle kritik momentler olabilir. Bu momentleri, politik düzlemde konumlanmak ve çelişkinin niteliğini ve bundan sonra alacağı biçimleri saptayarak yeni bir siyasal stratejiyi kurgulamak açısından değerlendirebilmek gerekir.
Emperyalizmin Ortadoğu coğrafyasında “denediği” çeşitli senaryolar, kullanılan dolaylı tarz, gelişmiş imkânları ve kurduğu uzun vadeli stratejiler göz önünde bulundurulduğunda, bölgede yaşayan halkların çoğu zaman bu karmaşık ve iç içe geçmiş süreçleri bütünlüklü olarak görme imkânından yoksun olduğunu kabul etmek gerekir. ABD başta olmak üzere emperyalistler, kendi özgül tarihselliği bulunan mevcut çelişkileri araştırarak, çözümleyerek, kavrayarak bunları kendi uzun vadeli stratejileri doğrultusunda manipüle etmekte ve sınırlarını kendi çizdikleri bir savaşın parçası olarak “kıymetlendirmektedir”. Bu temel nokta, mevcut konjonktürü anlamak açısından son derece kritiktir; zira bütün çelişkileri bağrında taşıyan, onlara rengini veren, onları konumlandıran çelişki, ABD emperyalizminin yeni sömürge durumundaki ülke halklarıyla yaşaması kaçınılmaz olan potansiyel durumdaki çatışma dinamikleri üzerinde şekillenmektedir.
Ülkemiz özelinde bu çelişkinin geçici olarak bastırılması, yumuşatılması, farklı biçimlerde algılanmasının sağlanması, ancak devrimci hareketin tasfiyesiyle mümkündü. Zira emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı halkların birleşik devrimci bağımsızlık mücadelesini savunan, ülkemizin kendi tarihinden, kültüründen ve ortak mücadele pratiklerinden beslenen özgün bir devrimci hareketin, emperyalizmin “açığa çıkararak” rahatça kontrol edebilme imkânına kavuştuğu apolitik ve yalıtık bireylerden oluşmuş amorf bir kitleden çok daha farklı bir potansiyeli harekete geçireceği bilinen bir şeydi. Devrimci hareketin temel avantajı, çelişkileri en gerçekçi biçimiyle kavrayarak kendi tarihselliği içinde ona somut bir anlam kazandırması, mevcut eşitsiz konjonktürü tersine çevirecek siyasal stratejileri saptayarak bu doğrultuda eylemli birliktelik ortaya koyabilmesi ve bu coğrafyada gizli kalmış alternatif direniş biçimlerini halktan öğrenerek yaşama geçirebilmesiydi. Bu, hâkim sınıfların da ezberini bozan, emperyalizmin çok yönlü saldırılarına direnme imkânı sunabilecek araçları halka kazandıran geniş ve yaratıcı bir örgütlülük anlamına gelmekteydi ki, üzerinde yükseldiği politik damar da, ülkemizin bağımlı gelişme geçmişinin koşullarını belirlediği sınıf mücadelesi zemininin bağımsızlık ve yurtseverlik omurgasıyla ayakta durduğu bir politik gerçekliğe tekabül etmekteydi.
12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi, işte bu ana ekseni kendine hedef seçti. Zira bağımsızlık ve yurtseverlik üzerinde gelişen bir devrimci hareketin, aydınlanma ve demokrasi birikimine sahip çıkarak onu aşmaya çalışan sağlıklı bir temel üzerinde ayaklarının yere basmaya başladığını ve halkla bütünleştiğini gördü. Mevcut koşullar, devletin “sivil toplumu” denetim altına almakta burjuvazinin tarihsel güçsüzlüğünden kaynaklanan yarı-mafyatik bir sivil faşist hareketi zorunlu kıldıkça çelişki kendini politik düzlemde daha keskin biçimlerde ifade etmeye başladı, dolayısıyla saflar daha da netleşti. Ülkenin demokrasi ve bağımsızlıktan yana kesimleri ile yoksul halk kitleleri arasında organik ve doğal bir ittifak oluştu. Bu ittifakın karşısında da, emperyalizmle başından beri bütünleşme eğiliminde olan ve siyasal gericiliği kendi çıkarlarının ayrılmaz bir parçası olarak araçsallaştıran bir hâkim sınıflar ittifakı yer aldı. Koşullar eşitsiz, zamansa çok kısıtlıydı, belirli politik hatalar da yapılmış olabilir. Ama 12 Eylül faşizminin, yukarıda sözünü ettiğimiz bağımsızlık ve yurtseverlik damarını toplumdan tecrit ederek tedricen tasfiye etmesi, onun kazandığı siyasal birikim ve politik deneyimi de ortadan kaldırmayı başardığı gerçeği gün gibi ortadadır.
Emperyalizm, biçime değil öze önem verir, bir siyasal hareketin ne kadar radikal yöntemler uyguladığının ve kendini nasıl ifade ettiğinin hiçbir önemi yoktur; önemli olan neye hizmet ettiğidir. Oluşturulan bireyci, rekabetçi, neo-liberal iklimde, tasfiye edilen bu yurtsever damarın yerine hızla başka tür örgütlenmeler ön plana çıkmaya ya da çıkarılmaya başlandı. Bu süreç içerisinde, saldırılacak tarihsel dönemler hedef olarak özenle seçildi ve 12 Eylül öncesindeki ana-eksenin, devrimci hareketin temsil ettiği siyasal çizginin ve ittifaklar stratejisinin yeniden yaşama geçirilmesi engellendi. İşte tam da bu dönemde ivme kazanan Kürt siyasal hareketi, sürekli olarak yükselttiği ve hümanist Anadolu halkının bir bölümünde derin bir yabancılaşma yaratan şiddet pratiğiyle uçurumun daha da derinleşmesine katkıda bulundu. Sol söylemler de kullanan bu kadar yoğunbir etnik şiddetin ve savaşın, emekçi Türk halkının egemen ideoloji tarafından kolayca içerilmesine katkıda bulunduğunu da gizleyecek değiliz. Kısa bir süre sonra sosyalist solun büyük bir bölümü açıkça Kürt siyasal hareketinin şubelerine dönüştü, 1970’lerdeki demokrat-bağımsızlıkçı hareketten devreden miras büyük oranda bu süreçte eritildi ve apolitikleştirildi; özellikle demokrat ve sosyalizme eğilimli genç kuşak, Kürt hareketine karşı kayıtsız şartsız destek vermelerine göre tasnif edildi ya da dışlandı.
Saldırılan bir diğer hedef de Kemalizm’di. Cumhuriyet değerleri ve bunların en önemli parçaları olarak devrimci harekete devreden laiklik, bağımsızlık ve demokrasi, hızla aşındırıldı. Faşist 12 Eylül cuntası haksız biçimde Kemalizm ve Mustafa Kemal ile eşitlendi. Resmi ideoloji eleştirisi adı altında aydınlanmanın kazanımlarına karşı utanmazca bir saldırı başlatıldı. Kuşaklar arasındaki kopukluk bunun üstüne geldi. Ortaya etnik/mezhepsel ilişkileri devrimcilik, liberalizmi sosyalizm sanan tuhaf bir gençlik güruhu çıktı. İşin kötüsü, bu süreci doğrudan deneyimleyenlerin dışında kalanlar süreci “kaçırdılar”, yani doğrudan müdahale edemediler zira pek farkında olamadılar.
Bütün bu sürecin daha ayrıntılı bir değerlendirmesi, elbette bilimsel veriler ışığında ve kolektif aklın rehberliğinde yapılacaktır. Ancak, bağımsızlık ve demokrasi uğrunda savaşın devrimci mücadelenin bugünkü en önemli gündemi olduğunu, emperyalizme karşı savaşmayana devrimci denilemeyeceğini unutmadan…
Mehmet Kemal ALADAĞ