NAZMİ KİPER
“akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
demeğe de dilim varmıyor ama
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”
Nazım Hikmet’in bu dizelerini her okuduğumda bana kendimi, neler yapıp neler yapmadığımızı, ne işe yarayıp, ne ise yaramadığımızı sorgulatan bu şiir;
yüz milyonlarcası; bunların bir çoğu da ülkemizdedir maalesef…
Gün itibariyle dilimize dolaşan beynimizi kemiren bu şiir.
Gazete basıp suyun üstünde yüzen milyonlarca insanın fotoğrafının üstüne
“suçlular su yüzüne çıktı” yazıp yanına bu şiiri iliştiresim gelmekte.
Ekleme yapalım; Can Yücel’den
“Balık gibisin kardeşim
yediğin zokayı yem sanmaktasın hala
fil gibisin kardeşim
yıllardır aynı şeyler dolanmakta hafızanda.!”
Bugünleri Nazım Hikmet biliyor muydu acaba, böylesi çatı adayının kurulacağını, şaşırmamak elde değil.? Şu; Akrep gibisin kardeşim derken dahi “AKREP” kelimesinin içinde yer alan 1,2 ve 5. harfleri birleştirince Akrep. “e” yi de çıkaralım (ünlü harflerin atılması), geriye kaldı akp! demek ki bu şiir akp için yazılmış; iyi de, tam da bir isabet olmuş mu ? diyelim.
N. Hikmet’in “akrep gibisin kardeşim” şiirindeki insanlığın “son çığlığı”, hayal kırıklığını, “yanlışın” tek taraflı olmadığını, ” kabahatin çoğu senin, canım kardeşim” yazdığını anımsayalım.
Bu “son değerlendirme”, bir anlamda “koyunlara, “gocuklu celebe”, yani her iktidara baş kaldırmasını da önermiyor mu.?
Bugünün bölünmesi, ne dinci-laik, ne sağcı-solcu, ne “batıcı”-“doğucu” bölünmesidir. Bugünün bölünmesi, baskıya ve temelde kapitalizme başkaldıran, özgürlük isteyen halklarla baskıcı otoriter rejimler ve diktatörlükler, devletler arasındaki bölünmedir.
Burjuvazi adına, işçi sınıfı adına, din adına, etnik kimlik adına, laiklik adına… iktidarı ele geçirmeye çalışan ve iktidar olanların “halleri” üzerine tarihte bilinen tek bir olumlu örnek var mı?
Daha da acıklı olan bu iktidar kaldıraçları her iflas sonrası, bir kaç kuşak sonrası “nisyanla-malul” insan belleğine güvenerek, yeniden, yeniden ve yeniymiş gibi ortaya çıkmadı mı.?
İslamiyet… 1400 yıl sonra bile, onlarca toplumda, onlarca model denenmesine rağmen hala umut kaynağı nasıl da sanılabiliyor.?
Çok da “inançlı” başbakanın din maskesi arkasında, ne yaptığı (hırsızlık, din tacirliği) tam da ortaya saçılmışken…
Kaldı ki; halkın,binlerce yıldır hiç değişmeyen kaderi, insanlığın temel sömürü, zulüm ve ezilmişliği özünde hiç değişmemişken..iktidarın geldiği noktayı, görüp de yaşadıkları halde; iktidarın başı ve yanındaki aç kurtların maskesi düşmüşken, arkasından gelen bu denli insan güruhu hala ‘hani bana, bende isterim’! der gibi, kamu mallarının ve arazilerinin iç edilmesi, insanların kendi ego’sal ya da maddi hırslarının bu denli tatmin etmekten uzak geri kalması… Evet ama Dünya, üstündeki geçici ölü toprağı serpilmişlik halinden memnun kölelerin olmasının karşısında, ‘eh nihayet’ deyip Devrimcilerin bu iktidarın baskısına karşı çıkmaya başlamış olması, sevindirici.!
Ülke, muhtelif ayaklanmalar ve “ardışık devrimler” sürecine girmiş görünüyor;
Taksim gezi parkı direnişiyle birlikte.
“Hedef otoriter diktalar”!
Ancak bu iş nasıl şekillenecek, yıkılanın yerine ne konulacak.? Bu bilinmezlik içinde verilen mücadelede toplum nasıl başarıya ulaşacak? Ve şimdiden;
devrimlere “don biçmek” gibi, onları günlük geçici kalıplara sokmak doğru mu?
Yoksa, nafile çabalarmış gibi görünse de; devrimler tarihi bunu yeterince kanıtlamış durumda… Bunda şüpheli bir durum olmasa gerek!
Yinede, yukarıdaki soruyu sormazlık edemeyiz.!
Zira, tekne akıntıya bırakıldığında, dümensiz, en azından yelkensiz olmaz herhalde…
Yani bu, “illaki dediğim nokta” inadı ve zıtlaşmasıyla yapıldığında, yine otoritenin limanına demirlemeyi beraberinde getiriyor.
Özellikle bunu gezi mücadelesi için söyledim.
Demek ki, bu aşamada paket programlar değil, kısa vadeli bir yön belirleme, bir kutup yıldızı olabilmeyi gerektirir.. yoksa hangi limana demir atılır, bilinmez.
Ama denemeye değer!
Toplumun devrimci mücadelesinin bir rota’sının ilerliyor olması, bu devrim gemisinin hangi açık sularda yüzdüğü rota’sının ne olacağı, insanlığın yıllardır özlediği, aramaktan geldiği, toplumun mülkiyet ilişkilerinin emek ve sınıf ekseninde-evrimleştirip devrime dönüştürme, dünyaya ulaşmada bir ara merhale olabilir mi.? Göreceğiz.!
BU GÜN, DEVRIMCILERIN GERÇEK HEDEFİ; OTORITER DIKTATORLUKLERE KARSI ÇIKMAK VE ONLARI YIKMAK OLMALI.
Bu konu çok farklı şekilde yazılıp çizildiğinden, daha iyi anlaşılması için çok kısa tutacağım.
Bugün, her bir devrimcinin, bir şekilde ucundan kıyısından bulaştığı, herkesin bildiğini sandığım;
1950’li yıllarla birlikte Batının emperyalist-kapitalist sistemiyle, doğunun reel sosyalist sistemi arasında soğuk savaş dönemi başlamıştı. Dünyadaki bütün ülkelerin rejimleri de bu soğuk savaşa göre belirlendi.
Reel sosyalist sistemin rejimleri yine herkesin bildiği tek parti (komünist parti) diktatörlüklerine dayanıyordu.
Ancak, bloksuz ülkeler denilen, iki kamp arasında kalan ülkelerdeki rejimler de daha çok kurucu tek parti (Arap ülkelerinde Baas) diktatörlüklerine göre şekil almıştı.
Özellikle Orta-Doğu ülkeleri…
Onların da şöyle bir izahı mümkün; bu rejimler, hem emperyalist-kapitalist sisteme göre, reel sosyalist ülkelere daha yakın olduklarından hem de benzeri tek parti rejimleri dolayısıyla çoğunlukla reel sosyalizme eklemleniyordu!
Emperyalist-kapitalist sistemin rejimleri ise; merkezde çok partili ya da çift partili, (ABD, Britanya) burjuva rejimlerine göre yönetilmekteydi…
Diğer taraftan, Sistemin periferisinde (üçüncü dünya diye de anılan ülkeler) ise, genellikle, merkezdeki burjuva rejimlerinin kötü bir kopyası olan, seçimli otoriter rejimlere ya da doğrudan askeri veya sivil diktatörlüklere dayanıyordu.
1960’larda ve 1970’lerde iki sistem arasındaki soğuk savaş, halkların tarih sahnesine daha fazla ağırlıklarını koymasıyla bir başka biçim almaya başladı.
Artık ABD ve SSCB, birbirlerinden çok kendi etki alanlarındaki halklarla boğuşmak zorunda kaldılar.
Nedeni nedir derseniz?
Reel sosyalist sistemdeki 1956 Macar devrimi ve 1968 Prag Baharı, Sovyet tanklarının müdahalesini gerektirecek ölçüde önemli bir yarılmaya yol açarken;
Emperyalist-kapitalist sistem içindeki 1960 Küba devrimi de, Amerikan Domuzlar Körfezi çıkartmasına yol açacak bir başka yarılmayı gündeme getirdi.!
“1968 Dünya devrimi” kalkışması ise, her iki sistemi de sarsan büyük dalgalanmalar yarattı!
Halkların tarih sahnesine çıkmasıyla ortaya çıkan dalgalanmalar, 1970’li yıllarda, özellikle ABD’nin “arka bahçesi” olarak görülen Latin Amerika’nın birçok ülkesinde, uyduruk parlamentolu otoriter diktatörlüklerin yerini, ABD’nin desteğiyle doğrudan askeri diktatörlüklerin almasını getirdi,
bunlar; (Arjantin, Guatemala, Şili vb).
Ülkemiz ise; “12 Mart ve 12 Eylül askeri darbesi’’ rejimi de bu kategorinin en son örneklerinden biri olarak gösterebiliriz.
Diğer yandan, 1950’li ve 1960’lı yıllarda emperyalizme karşı parlak örnekler gibi görünen bloksuz ülkelerdeki tek partili rejimler, 1970’lerden itibaren, gerek emperyalist-kapitalist sistemin ekonomik üstünlüğü, gerekse de Sovyet Bloku’nun bu ülkelere ekonomik planda gerektiği kadar destek olamaması ve kendi iç zorlukları nedeniyle giderek içe kapanması sonucunda ilk çıkışlarındaki parlaklıklarını yitirdiler; bir kısmı batı kapitalizmine yaklaşmaya başladı (tipik örnek, Mısır’ın Nasır rejiminin Mübarek rejimine evrilmesidir), bir kısmı ayakta durabilmek için halkın üzerinde insafsız bir polis rejimine yöneldi (Irak’ta Saddam’ın, Suriye’de Hafız Esat’ın Muhaberat polis rejimi).
1980’den itibaren kapitalist-emperyalist sistem (ABD’de Reagan yönetimi ve İngiltere’de Thatcher yönetimi), reel sosyalist sistemin gerilemesinden de yararlanarak, yeni bir néo-liberal saldırı dalgası başlattı. Buna paralel olarak Sovyet sistemi, Afganistan gibi periferi ülkelerde umutsuz işgal ve saldırılara girişirken esasen içine kapandı ve 1990’ların başında yıkıldı. Kapitalist sistemin néo kapitalist saldırısı bu yıkılıştan daha da cesaret aldı ve dünya çapında rejimlerin ve devletlerin yeniden şekillendirilmesi çabasını yoğunlaştırdı.
Dünya halklarının kapitalizmin burçlarına saldıran 1960-70 atağının durulmasının ilk sonucu, örneğin Latin Amerika ülkelerinde askeri diktatörlüklerin gereksiz hale gelmesi oldu.
Bu türden diktatörlükler halkların mücadelesine acil bir karşı koyma açısından elverişli olarak görülebilirdi;
Ama artık, bunlara ihtiyaç kalmamıştı ve tasfiye edildiler..
Yerlerine, seçimlere dayalı otoriter rejimler ihdas edildi.!
Aslında artık emperyalist-kapitalist sistem bütün dünyanın egemen sistemi olduğuna göre, bu seçimli otoriter rejimlerin dünya çapında uygulanabilmesi; dolayısıyla, eskiden Sovyet sisteminin içinde yer alan ülkelerde, Rusya başta olmak üzere bu modelin hayata geçmesi demekti;
Ve bu model zamanla hayata geçmiştir.
Ne var ki, özellikle Ortadoğu’da, Irak’ta, Suriye’de, Kuzey Afrika’da, Libya’da hâlâ eski dönemin kalıntısı tek parti ya da tek kişi diktatörlükleri yer yer varlığını sürdürmekteydi.
Ve bunların yıkılması gerekliydi;
Neden derseniz.?
Yerlerine kendilerine uygun genel modele yatkın, uyumlu olarak çalışması için seçimli otoriter rejimlerin kurulması için emperyalist müdahaleler gerekti.
Başta; Orta-Doğuda Irak,2000’li yıllarda doğrudan işgal edilerek tek parti ya da tek kişi diktatörlüğü yıkıldı.
Ve yerine uyumlu, ‘sözde seçimli’ otoriter rejim kuruldu; Saddam’ı devirdiler. Aynısı Libya’da da tekrarlandı. Kaddafi yıkıldı.
Suriye’de de uygulanacaktı ki, gerek Esat rejiminin çetin ceviz çıkmasıyla, gerekse tek kutuplu emperyalist-kapitalist sistemde yeni bir çift kutupluluğun oluşmasıyla Suriye, bugün de devam eden iç savaşa sürüklendi.
Ne var ki, özellikle Ortadoğu’da, Irak’ta, Suriye’de, Kuzey Afrika’da, Libya’da hâlâ eski dönemin kalıntısı tek parti ya da tek kişi diktatörlükleri yer yer varlığını sürdürmekteydi.
Bunların yıkılması ve yerlerine genel modele uygun olarak seçimli otoriter rejimlerin kurulması için emperyalist müdahaleler gerekti.
Neydi bu yeni çift kutuplu Dünya?
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra kurulan ve emperyalist-kapitalist sisteme entegre olmaya yönelen Rusya Federasyonu, Sovyetler Birliği dönemindeki milli çıkarları olduğu gibi devralmış ve dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin eski müttefikleri otomatikman Rusya Federasyonu’nun da müttefiki olmuştu.
Keza, Sovyetler Birliği, ABD ve AB ile hangi milli çıkarlar çerçevesinde çatışıyorsa Rusya Federasyonu da aynı çıkarlar çerçevesinde ABD ve AB ile çatışmaya girdi.
Bu, artık farklı sistemlerin çatışması değil, aynı sistem içinde yer alan iki emperyalist blokun çatışmasıydı.!
Evet, artık, “ABD ve AB kapitalist sistemin içinde nasıl bir bloksa, Rusya ve Çin’in merkezinde yer aldığı blok da kapitalist sistemin içinde bir başka bloktu ve bu iki blok, dünyanın paylaşılmasında çatışma halindeydiler.!’’
Bu bloklaşmada bugün baskın bloğun ABD-AB bloğu olduğunu söyleyebiliriz;
Ancak, buradan hareketle Rus-Çin bloğunu sanki olmayan sosyalist sistemin savunucusuymuş gibi görmek de büyük hatadır.!
Hepsi kapitalist sistemin bir parçasıdır ve aralarındaki çatışma emperyalist dünya hâkimiyeti çatışmasıdır.
Rejimler meselesine geri dönecek olursak, şunu söyleyebiliriz ki, bir bütün olarak dünya kapitalist sisteminin benimsediği rejim türü, seçimli, otoriter rejimlerdir.
Bunun en tipik örneği, Türkiye’deki AKP otoriter rejimidir.!
Kapitalist sistem o tür ülkelerde yürütmeyi üstlenen bir parti oy depolarının üzerine yerleşir ve ülkeyi uzun yıllar yönetebilir.
Türkiye’deki rejimle Rusya’daki rejimin benzerliği, farklı emperyalist bloklarda yer almanın hiç de rejimlerin niteliği açısından bir farklılık yaratmayacağının en net göstergesidir.
Çünkü, Latin Amerika’da, Rus-Çin bloğunda yer alan Venezuela ile, ABD-AB bloğunda yer alan Meksika’nın seçimli otoriter rejim bakımından bir farklılık göstermemeleri aynı durumu ortaya koyar.
Durumu böyle tahlil edersek, bugün baskıcı devlet ve rejimlere karşı ayağa kalkan halkların mücadelelerine doğru bir şekilde bakmamız mümkün olabilir.
Bugünün meselesi, ne “demokrasi” adına ABD-AB bloğunun, ne de “anti-emperyalizm” adına Rus-Çin bloğunun yanında yer almaktır.
Bugünün meselesi, otoriter rejimlere karşı çıkan halkların ideolojik yönelimlerine bakıp geçmişteki bölünme ve mücadelelerden kalan dinci-laik, sağcı-solcu ayrımına göre davranmak da değildir;
Bugünün bölünmesi, ne dinci-laik, ne sağcı-solcu, ne “batıcı”-“doğucu” bölünmesidir.!
Bugünün bölünmesi, baskıya ve temelde kapitalizme başkaldıran, özgürlük isteyen halklarla baskıcı otoriter rejimler ve diktatörlükler, devletler arasındaki bölünmedir.!
Halkların bu rejimlere indirdiği her darbe, bunların üzerinde yükselen tüm emperyalist-kapitalist sisteme indirilmiş bir darbedir.
Bugün bu mücadeleye en zararlı şey, “anti-emperyalizm” ya da “solculuk” adına dünya halklarının yükselen dalgasına set çekmeye çalışmak ve güya emperyalizme karşı solculuğu savunma adı altında diğer emperyalist-kapitalist bloğun ve baskıcı bir devletin yanında saf tutmaktır.
Konuyu bu şekilde özetledikten sonra sözü ülkemizdeki aydın tabir edilen “post” teorisyenlere getirmek isterim.
Ki, her daim yeni bir sözcük dağarcığı ile konuşmuşlardır bunlar ve kitleleri ortaya koyduğu ürünler, sadece dil, duygu ya da bedenle ilgili ezber bozan bir anlayışı içermesi değil, ayrıca sermayenin kendisini yeni yollardan meşrulaştırdığı dilbilimsel, duygusal ya da bedensel stratejiler üzerinden işleyen parasal faaliyetler sebebiyle de etkili olmuşlardır.
Bugün, teorinin yorumlama mantığı yeni ve zinde bir dilin içinde yeniden üretildikçe. kitlelerin yeniye dönük talep ve isteklerini, sürekli yoğunlaşan sınıfsal uzlaşmazlıkların üstünü kapatarak ve bunların örtbas edilmesiyle, emperyalizmin tekrar tekrar zuhur eden ihtiyacının etkisinden başka bir şey değildir.
Şöyle ki; yakın geçmişi modası geçmiş diye kınamak ve yepyeni olanın, en son gerçekliğin kapıya gelip dayandığını ilân etmek, sermayenin kendisini meşrulaştırmak için kullandığı yorumlama mantığının bir parçasıdır.
Bu özgürlük alanı, kapitalizm için bir gerekliliktir: kültür de söz konusu alan bireylere iş hayatında kendilerini inkâr eden bir özgürlük bahşetmektedir.Ama sözde özgürlük!..
Bunların kim olduğunu söyleyecek olursak ülkemizde “yetmez ama evetçiler”dir diye tabir ettiğimiz paralı dönek solculardır.
Peki bunlar bu evetçiler suçluda diğerleri suya sabuna dokunmayanlar suçsuz mu.?
BÜTÜN TÜRKİYELİ AYDINLAR İKİ ALTERNATİFTEN BİRİSİNİ SEÇMEK ZORUNDADIR
“İşte böyle bir durumda, halkımızın % 80’inin okuma-yazma imkânlarına sahip olduğunu düşünecek olursak, bu da önemli değil.
Ki; okur anlar ve sorgulama ve yorumlama yeteneği olmadıktan sonra bu aydın tiplemelerine yönelik kuskusuz bir şeyler söylemek icap eder..
Ülkemizde, bu gerçeklerin bilmesinde imkanı olan aydınları, işçi sınıfının ve köyle kent arasındaki artık yok denecek kadar az olan eğitim ve bilinç yetersizliği nedeniyle şu iki alternatifle karşı karşıyadır.
Ya sermayeden yana tavır alacaklar yada halkın çıkarlarını sermayeye karşı savunacaklar!
Bu ikilem arasında sıkışanlar kimlerin yanında yer aldığı, geçen ve ondan önceki seçimlerde net göründü.
Biraz bu konuyu açmakta fayda var; önemli.!
Mahir’in Türkiye Aydınlarını Sınıflandırışı
Mahir’den son bir aktarma daha yaparak bu konuyu noktalayalım:
“I. Alternatif:
“Ya, Türkiye’nin bugünkü içler acısı durumu, mevcut düzeni, ülkenin “değişmez kaderi” olarak, olduğu gibi kabullenip, “böyle gelmiş böyle gider” “bana ne, ben kendi çıkarıma bakar hayatımı yaşarım” diyerek bu düzenin bir unsuru olacaklardır.
“Bu alternatifi seçenler ülkemizde iki küme teşkil etmektedir. Birinci küme, açık bir ihanet içinde olan aydınlar grubudur. Bu grup tıpkı 1919’da kukla yönetimlerini destekleyen aydınlar, açık ve bilinçli bir şekilde vatana ihanet içinde olup, ülkenin zenginliklerinin emperyalist tekellere peşkeş çekilmesini bizzat organize edenlerin grubudur.
Bunlar açıkça, 1970’lerin dünyasında bir ulusun bağımsız olarak yaşayabileceğini inkâr eden vatan-millet mefhumlarından yoksun, kozmopolit aydınlar. Bunlar için tek bir yüce yasa vardır. O da, kendi çıkarları ve kendi esenlikleridir.
Bunlar hayâsızca, bir ulus için kutsal ne varsa, onu emperyalist pazarlarda açık artırmaya çıkarmış vatan hainleridir.
Ve bunu da ağızlarından hiç eksik etmedikleri vatan-millet adına yapanlardır.
Mahir, taaa…o günlerde görmüş bu şerefsizleri……
“Türkiye için bu gaflet ve ihanet içinde olanlar açısından iki alternatif vardır:
a- Türkiye ya Rusya’nın peyki olacaktır,
b- Ya da Amerika’nın peyki olacaktır.
Ve bu hain mantığa göre. Amerikan peykliği ehveni şer olduğu için, bu konuda seçilen yol milletin selametidir!
“Bunlar için üçüncü bir alternatif yoktur.
Tam Bağımsız Türkiye bir “komünist” yalanıdır.
Türkiye mutlaka büyük bir devletin koltuğu altında yaşayacaktır, buna mecburdur.
Bu yüzden, “Türkiye tam bağımsız bir ülke haline gelebilir ve mutlaka gelmelidir” diyen
Millî Kurtuluşçular, bunlar derhal yok edilmesi gereken zararlı unsurlardır.
“Bunlar; sırtlarını Amerikan Emperyalizmine dayamış, hâkim sınıfların mensupları, sözcüleri, teknisyenleri ve bürokratlarıdır.
Aralarında bizzat hâkim sınıfların çocukları olduğu gibi, emekçi kökenli olup da kökenine ihanet eden, halkına sırt çeviren hainler de mevcuttur.!
“Bu grubu teşkil eden aydınlar(!), asker-sivil aydın zümrenin dışında, emperyalizmin ve hâkim sınıfların aydın(!)larıdır.
Bu birinci grup içindeki diğer kanat ise; ülkenin içinde bulunduğu durumdan gerçekten üzüntü duyan, kalbinde vatan sevgisi henüz sönmemiş, ancak kendi esenliğini vatan esenliğinin üstünde tutan aydınlar grubudur. Bu grubun siyasal niteliği asker-sivil aydın zümrenin sağ kanadıyla milli burjuvazinin bir kesiminden oluşmaktadır.!
Bunlar ülkenin kurtuluşunu mevcut sömürge ekonomik ve sosyal düzenin birtakım ıslahatlarla tedavi edileceğini ileri süren, devrimci değil, evrimci bir dönüşüme bel bağlamış olan aydınlar grubudur.
“Bunlara göre 20’nci Yüzyılın ikinci yarısında, milyonlarca lira borç altında olan bizim gibi ekonomisi tarıma dayalı geri bir ülke dış yardımsız yaşayamaz.
Evet, Amerika’nın iktisadi hegemonyası vardır.!
Ama bu şartlar altında dev Amerika’yı ülkemizden atamayız.!
Ayrıca onun yardımına da muhtacız.
Bu yüzden Amerika’ya karşı birden sert çıkmak yanlıştır.!
Yavaş yavaş, bağımsız politikaya tedricen yönelmek en tutarlı yoldur.
Özetle bu grubun görüşü budur.
2. Alternatif:
Bu alternatif, 20’nci Yüzyılın ikinci yarısı da dahil olmak üzere, her tarihî dönemde, ulusun tam bağımsız olarak yaşayabileceğine inananların, emperyalist boyunduruk altında yaşamaktansa ölmeyi yeğ tutanların alternatifidir.!
Bu ikinci yol, hayatı da dâhil olmak üzere her şeyini ortaya koyarak Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün“Ya İstiklal Ya Ölüm” parolasını kendisine şiar edip,
“Tam Bağımsız Türkiye” için bitmemiş olan Anadolu İhtilali için savaşanların yoludur.
Bugün, Gazi Mustafa Kemal’in yükselttiği “istiklali Tam Türkiye” bayrağı bu yolu seçmiş olan sosyalist ve gerçek Millî Kurtuluşçuların ellerinde dalgalanmaktadır.
Evet, bütün Türkiyeli aydınlar, bu iki alternatiften birisini seçmek zorundadırlar.
Birinci alternatifte, rahat bir yaşantı, bu düzenin nimetleri vardır.
İkincisinde ise, çeşitli zorluklar, kan, işkence ve ölüm vardır.
Biz, yurtsever kişiler olarak, ikinci yolu seçtik;
Seçtiğimiz yol, Gazi Mustafa Kemal’in açtığı yoldur.
O’nun başlattığı Anadolu ihtilali’nin yoludur.
Parolamız, “Ya İstiklal Ya ölüm!”
Hedefimiz, “İstiklal-i Tam Türkiye”dir.!’’
NAZMİ KİPEL