Muhalefet partileri, ülkeyi tek bir kişinin belirleyici olduğu demokrasi karşıtı yönetim şeklini değiştirerek, güçler ayrılığını temel alan “güçlendirilmiş”, “iyileştirilmiş”… “parlamenter sistem”e geçilmesini (dönülmesini) savunuyorlar. Saray rejimine geçilmeden önce uygulanan parlamenter sistemin eksiklerini gidererek, “temsil-istikrar dengesini kuracak ve bütün vatandaşların sürece katılımını sağlayacak” bir siyasal sistemin kurulabileceğini ifade ediyorlar. Bu öneri halkı nefessiz bırakan siyasal dinci tek adam rejimine göre daha “demokratik” görünmekte, ancak bu değişikliğin ülkenin ana sorunu olan emperyalizmin tahakkümünden kurtulmasını sağlamayacağı ve halkın ekonomik-demokratik beklentilerini karşılamayacağı da bilinmeli. Muhalefet partilerinin farklı politikalara sahip olmalarına karşın, otokratik yönetimin sona erdirilerek kısmi de olsa demokratik bir siyasal ortamın oluşturulması adına birlikte adım atmalarının önemi küçümsenemez. Ancak bu adımın ABD ve AB’nin politikaları doğrultusunda değil Türkiye halkının demokrasi ve adalet taleplerini karşılamaya yönelik olması gerekir.
Devrimciler ise bu ulaşılmaya çalışılan kısmi demokrasisiyle yetinmeyerek, ülkemiz ve halkımız için daha ilerici, toplumcu alternatif düşünceler, somut politikalar geliştirmeye çalışmalıdırlar. Bunlar, Türkiye’nin tam bağımsızlığını, gerçekten demokratikleştirilmesini, kamucu ekonomik yapının kurulmasını sağlamayı amaçlamalı.
Bu arada Erdoğan-Bahçeli ikilisi, muhalefet partilerinin tek adam rejiminin yerini almasını istedikleri kuvvetler ayrılığına dayanan “güçlendirilmiş parlamenter sistem” politikası karşısında ortaya attıkları yeni anayasa manevrasıyla, ülkenin içinde bulunduğu ve giderek ağırlaşan ekonomik bunalımın ve büyüyen toplumsal sorunların üstünü örtmeye çalışıyorlar. Onların bu “güçlendirilmiş başkanlık” planlarının pratikte ciddiye alınacak bir karşılığının olmadığı giderek güç kaybetmelerinden ve meclis aritmetiğinden anlaşılmaktadır. Seçim tarihi yaklaştıkça iktidar çevrelerinin yeni yeni siyasi plan ve oyunları, toplumu daha da gerecek, huzursuz edecek ve çeşitli hukuksuzluklar yaratacaktır. Ülkeyi son yılların en derin ekonomik bunalımına sürükleyen iktidar, salgının toplumda açtığı ağır yaralar karşısında ve dış politika alanındaki başarısızlığıyla tam anlamıyla çuvalladı. İşsizlik, açlık, pahalılık had safhaya ulaştı. Hukuku, insan haklarını ve Cumhuriyet değerlerini hiçbir sınır tanımadan ayaklar altına aldılar. Üniversiteleri karıştırarak, sokakları gererek gençliği ve halkı sindirmeye, toplumun güncel ve ana sorunlarından kaynaklanan gerçek gündemini karartmaya çalışıyorlar. Yoksulluğu, açlığı, işsizliği, iflasları gizlemeye, halk kitlelerini kandırmaya uğraşıyorlar.
***
Tek adam rejiminin yerine önerilecek siyasal-hukuksal yapı halkın ekonomik, demokratik ve sosyal haklarına kavuşmasını sağlayacak üretim biçimini, emeği temel almalı. Toplumcu bir yönetimi hedefleyen bu sistemin gerçeklik haline gelebilmesi öncelikle ülkenin, emperyalizmin ekonomik-mali, siyasi, askeri ve ideolojik tahakkümünden, uluslararası sermaye ile bütünleşmiş tekelci sermayenin ve dinci gerici-faşist güçlerin kıskacından kurtarılmasına bağlıdır. Gerçekten de emperyalizmin neo-liberal politikalarına, bir avuç uluslararası tefecinin, iktidar yandaşı beş-on müteahhittin soygununa son vermeden, üreten-çalışan emekçilerin ekonomik-demokratik haklarını elde etmesi mümkün değildir. Günümüz koşullarında halk kitlelerinin önüne getirilecek siyasal-hukuksal sistem devrimci olmak zorunda. Bu sistem, halka dayanan kalkınmayı, merkezi planlamacılığı, mülkiyeti kamuya ait büyük modern üretim kuruluşlarını kurmayı esas almalı, geniş halk kitlelerinin ekmeğini, konutunu, eksiksiz sağlığını, eğitimini ve diğer temel ihtiyaçlarını karşılamaya dayanmalı. Sosyal politikaları geliştirecek, kamucu-toplumcu üretimi ve insan gibi yaşama haklarını temel alan bir siyasal sistem savunulmalı.
Bugünkü gerici yönetimden kurtularak ilerici-demokrat bir siyasal yönetime ulaşma adına önerilecek sistemin, Türkiye’nin tarihsel “demokratikleşme süreci”nden dersler çıkarılarak kurgulanması akılcı ve gerçekçi olan yöntemdir. Türkiye’nin demokratikleşme sürecini Senedi İttifak’a ve hatta Koçi Bey Risalesi’ne kadar götürenler olmakla birlikte, bu süreç esasen Anayasacılık hareketleri ile doğrudan ilişkili olduğu için 19’uncu yüzyılın sonlarına kadar götürülebilir.
19’uncu yüzyıl, Batı’da gelişen aydınlanma hareketinin, kapitalizmin ve kurumsallaşmanın Türkiye’ye girmeye başladığı dönemdir. Ancak bütün bu hareketler ve sistem sınıfsal temelleri oluşmadan Osmanlıya girmeye başladıkları için dayanak noktalarından ve güçlerinden yoksundular. Bu nedenle toplumsallaşamadılar, sınırlı çevrelerde etkili olabildiler. Konumuzla ilgisi bakımından üzerinde durduğumuz anayasacılık hareketleri de sınırlı kaldı. Çünkü bizde, Batı’da kendi iç dinamiğiyle gelişen ve devlete egemen olan burjuvazi gibi bir sınıf oluşmadı, Avrupa sermayesine, devleti yönetme biçimine bağımlı bir sermaye ve bürokrasi kesimi doğmaya başladı ve sonuçta ülke Batı kapitalizminin yarı-sömürgesi haline geldi. İşte bu yüzden Osmanlı’daki anayasacılık hareketleri teokratik devlete karşı demokrasiyi kurmakta başarılı olamadı ve halk kitleleri de Sultana kulluktan, egemen kesimlere tabi olmaktan kurtulamadı. Ülkeyi demokrasiye ulaştırmaktan çok, saltanatı ve Osmanlı devletini çöküşten kurtarmak amacıyla bürokrasiden gelen dar bir grubun ilan ettiği ıslahat fermanları Batı’dan alınan çare arayışlarıydı. 1839’da ilan edilen “Gülhane Hatt-ı Hümayunu” ile başlatılan Tanzimat dönemi fermanları, mutlakıyetçi iktidarın gücünü sınırlandırma özelliklerine sahip olmadıkları gibi, böyle bir amaçları da yoktu. Kaldı ki bu fermanların arkasındaki esas zorlayıcı güç olan Avrupa, Osmanlıyı ayakta tutmak gibi bir anlayışa sahip değildi. Tam aksine, “hasta adam” ilan ettikleri bu İmparatorluğu parçalayarak yutmak nihai hedefleriydi. Onlar bu fermanlarla, Türkiye’deki azınlıklara yeni yeni haklar ve ülkemize giren sermayelerine avantajlar sağlanmasını amaçlıyorlardı.
1876 ‘da ilk kez ilan edilen Anayasa ile “parlamentolu” bir düzene geçildi ama bu düzen “parlamenter” bir düzen değildi. (Server Tanilli, Uygarlık Tarihi, s.369, Cumhuriyet Kitapları, 2010)
Bu düzene de bir “tek adam sistemi” dersek abartmış olmayız. Çünkü bu düzenin tek adamı II. Abdülhamit’ti ve padişah mutlak hakim durumdaydı. İki kısımdan meydana gelen 1876 Meclisinin bir kanadı olan Heyet-i Ayan’ın tüm üyeleri ömür boyu sürecek şekilde padişah tarafından atanmaktaydı. Meclis-i Umumi’nin diğer kanadını oluşturan Heyet-i Mebusan’ın üyelerini ise halk seçmekteydi. Ancak bu seçim “iki dereceli” ve “kısıtlı oy”a dayalı bir seçimdi. Hükümeti oluşturan bakanlar ve hükümet padişahtan başka kimseye hesap vermiyordu. Padişah yasamanın ve yürütmenin üstündeki iradeydi, görünüşte mutlakıyetten meşrutiyete geçilmişti ama bu bir isim değişikliğinden öte bir anlam ifade etmiyordu.
Osmanlı devletinde “parlamenter” sisteme, biçimsel anlamda da olsa, 24 Temmuz 1908 Devrimiyle geçildi. II. Meşrutiyettin ilanından sonra Anayasada önemli değişiklikler yapılarak padişahın parlamenter bir düzende sahip olmaması gereken yetkilerine son verildi ve hükümet Meclis-i Mebusan’a karşı sorumlu tutuldu.
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki bu Meşrutiyet hareketleri, Birinci Paylaşım Savaşı’yla sona erdi. Bu emperyalist savaştan sonra 23 Nisan 1920’de kurulan TBBM ile devrimci bir Anayasacılık dönemi başlatıldı. Bu yeni dönemde “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” şiarı belirleyici hale getirildi ve tüm iktidar milletin meclisinin oldu.
Ankara’da kurulan TBMM, yalnızca yasama yetkisine sahip değildi, tüm yetkiler bu kuruluşta toplandı, Meclis hükümeti sistemi uygulanmaya başlandı. Bundan böyle, padişahlı ve parlamentolu bir meşruti yönetim anlayışı yok sayılarak milletin meclisi üstünlüğüne dayanan bir devrimci yönetim kuruluyor ve 1921 Anayasası (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) ile de bu yeni düzenin hukuki alt yapısı kuruluyordu.(*)
Bülent Tanör, 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nun hazırlanışı bakımından diğer Osmanlı ve Türk Anayasalarına göre daha demokratik olduğunu belirtmektedir.
Yüzyıl önce, saltanat kaldırılmadan önce, Millet Meclisi tarafından yapılan 1921 Anayasasını Mümtaz Soysal, “Anayasaya Giriş” isimli kitabında “…padişahlığı açıkça yıkmamakla birlikte, ulus egemenliğine dayalı … bir anayasa,” olarak tanımladıktan sonra bu anayasanın yerel yönetimlere ilişkin hükümleri konusunda vurguyu “halk hükümeti”ne ve “şura”lara verilen öneme yapar: “Hatta, 1921 Anayasası bir ‘halk hükümeti’ kurmak amacında o derece ileri gitmektedir ki, illerdeki ve bucaklardaki yönetimin seçimle iş başına gelen ‘şura’lara (yönetici meclislere) bırakılmasını, eğitim, sağlık, ekonomi, bayındırlık ve sosyal yardım gibi işlerin onlara devredilmesini öngörmektedir. Ancak, Kurtuluş Savaşı’nın havası içinde bu pek demokratik hükümler gerçek anlamıyla uygulanabilmiş değildir.” (M. Soysal, s.159, SBF Y. 1969)
Bir kısım liberal kişi ve çevreler, “halk hükümeti” kurmak amacıyla seçimle oluşturulan “şura”ları esas alan 1921 Anayasasını “adem-i merkeziyetçi” olarak nitelerler. Gerçekten öyle mi?
Bu iddia, 1921 Anayasasının 11. Maddesine ve Mustafa Kemal’in bu maddeyle ilgili İzmit’te yaptığı basın toplantısında söylediklerine dayandırılır.
Zaferden sonra, Gazi Mustafa Kemal Paşa Batı Anadolu’ya 35 gün süren halkı dinleme gezisi düzenledi. Bu gezi sırasında,16-17 Ocak 1923’te, İzmit’te yaptığı basın toplantısında Kürt sorunuyla bağlantılı olarak muhtariyetin (özerklik) ne anlama geldiğini Anayasanın 11. Maddesine dayanarak açıklar.
Mustafa Kemal şöyle der: “Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek lazımdır. (…) Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür mahalli muhtariyetler kurulacaktır.” (Sinan Meydan, 15-01-2018, sozcu.com.tr)
Bu konuda Özdemir İnce’nin 26 Ocak 2007’de Hürriyet’te yazdığı “1921 Anayasası” başlıklı yazısından da yararlanabiliriz.
Özdemir İnce, muhtariyet konusunda tartışma yaratan 1921 Anayasasının 11. Maddesinin Türkçeleştirilmiş halini Bülen Tanör’den alıntılar: ” ‘Vilayet’ denen idari birim, manevi şahsiyet ve muhtariyete (özerklik) sahiptir. BMM’nin koyacağı yasalar çerçevesinde, evkaf, medreseler, maarif, sağlık, iktisat, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım(laşma) işlerinin düzenlenmesi ve yürütülmesi ‘vilayet şûraları’nın yetkisi içindedir. Ancak iç ve dış siyaset, şer’iye, adliye ve askeriye ile ilgili konular, uluslararası ekonomik ilişkiler ve birçok vilayeti ilgilendiren hususlar, merkezi yönetimin yetki alanındadır.” (Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, YKY, S.263)
“… Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın gönderme yaptığı 11. madde, Musul’u da kapsayan Misak-ı Milli sınırları içinde yer alan vilayetlerin tümünü işaret etmektedir. Yani bütün illerin yerel yönetim biçimini saptamaktadır; …” Kısacası, 1921 Anayasası özel olarak belli bir etnisitenin nüfusunun çoğunluk olduğu illere muhtariyet tanımıyor. Kaldı ki, Anayasa incelenince “muhtariyet”in nahiyelerden başlatıldığı görülecektir.
Bu anayasanın karakteristik özelliği, illere sağlanan “muhtariyet”den çok “meclisleşme”dir. Yüzlerce yıldır Sultanın kulluğuna alıştırılmış, Ortaçağcı anlayışlarla zihinleri karartılmış, açlık-yoksulluk ve salgın hastalıklar altında inleyen bir toplumun kendi geleceklerini belirlemek için –savaş koşullarında-önlerine sunulmuş yepyeni bir sistemi (meclis hükümeti ve şuralar sistemini) tartışmak akılcı ve demokratikleşme için de gerçekçi bir yaklaşımdır.
Özdemir İnce yazısını şöyle sürdürüyor: “Bülent Tanör’e göre, 1921 Anayasası’nın vilayet memurlarının bile seçimle gelmesi yolundaki düşünceleri Büyük Millet Meclisi’nde destek bulmamıştır. Komün örgütlenmesinden ve yerel özerkliklerden tedirgin olan milletvekillerinin bu türden merkezkaç eğilimlere karşı çıktıkları görülmektedir (S.265)…”
Adı, Osmanlı İmparatorluğundaki gibi “Kanun-i Esasi” değil “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” olan bu 23 maddelik kısa Anayasanın 14 maddesinin merkezi idarenin taşra örgütlenmesine, yerel yönetimlere ve genel müfettişliklere ayrılması önemlidir. (Genel müfettişliklerle merkeziyetçilikle yerellik arasındaki ilişki ve iller arasındaki koordinasyon sağlanıyordu.) İller ve ilçeler idaresi ile ilgili düzenlemeler getiren bu Anayasa, nahiyelerde ve kasabalarda “şura” yönetimlerinin nasıl seçileceğini belirlemesi en altta, temelde halkın ülke yönetimine “doğrudan” katılımının sağlanması bakımından oldukça önemlidir. Mustafa Kemal bu şuralar anlayışını daha da ileriye götürmek istediğini Frunze ile yaptığı görüşmede açıklar.
Mustafa Kemal Paşa, 4 Ocak 1922 tarihinde Ukrayna Sovyet Hükümeti ve Sovyet Rusya temsilcisi M. Frunze ve Azerbaycan SSC Büyükelçisi Abilov ile Ankara’da yaptığı görüşmede savunduğu demokratik halk yönetimi anlayışıyla, o günün Türkiye koşullarında, daha sonraki yöneticilerin hiçbirinin olmadığı kadar ilerici-devrimci bir çizgide yer aldığını ortaya koymaktadır. Bu sistemle Ankara’daki meclisleşme sistemi, bucaklara kadar her yerde hayata geçirilmek istenmekteydi. Osmanlı devletinin kullandığı Arap alfabesiyle okur-yazar oranı yüzde onun altında ve savaş içinde olan Türkiye’de, Mustafa Kemal, kurmayı amaçladığı demokratik halk yönetimiyle, “Sovyet yönetim şekline yakınlaşma”ktaydı:
“… halk kitlelerini teşkilatlandırmak ve onları özgürce hareket etmeye teşvik için biz başka bir yolu; yasama yolunu da denemekteyiz. Örneğin; sonuncu yönetim muhtariyeti kanun tasarısında, daha geniş ve daha demokratik prensiplere dayanan halk yönetimi ele alınacaktır. Bu kanun memurların otokrasisine son verecek ve yönetimi bütünlükle halka-yerel yönetimlere verecektir. Yerel yönetimler yalnız il merkezlerinde değil, ilçe ve kasaba merkezlerinde dahi teşkil edilecektir. Böylelikle küçük bir farkla, Sovyet yönetim şekline yakınlaşma sağlanacaktır.” (Yavuz Aslan, Mustafa Kemal-M. Frunze Görüşmeleri, s.49, Kaynak Y. 2002)
Doğrudan halk örgütlenmesini esas alan, merkezi yönetimi bu katılımcılığa dayandıran, bütünleştiren ve 1921 Anayasasını daha da demokratikleştirmeyi düşünen Mustafa Kemal’in bu yaklaşımının benzerini 1990’lar Türkiye’sinde tartışmaya açtık.
Halkın Meclisleri
1994-95 yıllarında Ankara’da devrimci bir kitle partisi çalışmalarını sürdürürken alternatif devrimci bir toplumsal siyasal yapı fikrini tartışmaya açtık. Bu fikri günümüz koşullarında değerlendirerek, muhalefet partilerinin “güçlendirilmiş parlamenter sistem” önerilerini de eleştirmiş olacağız. İki öneri arasındaki temel ayrımı şöyle dile getirebiliriz: muhalefet partileri yeni liberalizm esasına dayalı burjuva demokrasisini güçlendirmeyi amaçlarlarken, bizim savunduğumuz sistemde emekçilerin, çalışanların, kır ve kent yoksullarının egemenliklerini temel alan devrimci demokrasi anlayışı savunulmaktadır.
Bu öneriyi getirdiğimiz dönemde, ülkede hukuk, laiklik, eğitim, bilimsellik, kadın hakları gibi konular yine sorun oluşturuyordu ama bugün olduğu gibi büyük ölçüde yok edilmemişlerdi ve siyasal dincilik henüz devleti ele geçirmemişti. O günlerde neo-liberalizmin halkın ekmeğine, kamunun üretim kuruluşlarına, doğamıza karşı saldırıları başlamıştı ama bu değerler bugünkü ölçüde yağmalanmamıştı, kötü de olsa işleyen kısmi bir burjuva demokrasisi ve hukuk sistemi vardı.
1994-95 koşullarında ortaya koyduğumuz devrimci demokrasiyi gerçekleştirerek sosyalizm yolunda yürümeyi esas alan bu fikir, bugün tek adamın belirleyici olduğu, demokrasinin d’sinin ve hukukun h’sinin kalmadığı karanlık bir düzene karşı, tarihin akışına uygun, ilerici-devrimci bir siyasal yapı önerisidir. Bu düşüncenin temel mantığı, en geniş halk kitlelerinin ülke yönetimine meclislerle-şuralaşarak demokratik katılımının sağlaması, ülkenin ihtiyacına uygun hakkaniyetli ekonomik-sosyal kalkınmayı, bilimsel öğretimi-eğitimi ve diğer alanlardaki toplumsal gelişmeyi gerçekleştirme anlayışı üzerine oturmaktaydı. Bu yaklaşım, halk kitlelerinin özgür iradeleriyle geleceklerinin tayininde etkin olmaları, emperyalizm ve egemen sınıfların ülke yönetimindeki hâkimiyetlerinin kırılması anlamlarında devrimcidir. Bu devrimci süreç demokratik halk iktidarının, bağımsız – demokratik Türkiye’nin kurulması yolunda atılan önemli bir adım olacak ve işçi sınıfı ideolojisinin kitleler içindeki etkinliğinin artmasına ve örgütlenmesinin güçlenmesine yol açacaktı.
Savunduğumuz bu sisteme göre, her yerleşim biriminde, iş yerinde emekçilerin ve bütün halkın belli bir süre için doğrudan seçtiği bir meclis kurulacak, seçenler bu meclisleri denetleyebilecek ve üyelerini gerekli gördüklerinde geri çağırabileceklerdi. Bu öneriye göre, bir köylü köyü, ilçesi, ili ve Türkiye merkezi meclisi için oy kullanacaktı. Mahallede oturan da mahallesi, ilçesi, ili ve Türkiye meclisi için oy verecekti. Bir fabrikada çalışan işçi de işyeri, mahallesi, ilçesi, ili ve Türkiye meclisi için iradesini ortaya koyabilecekti. Bu meclisler için belirlenecek belli sayıdaki temsilciler seçildikleri kurulların eşit haklara sahip üyeleri olacaktı.
Buna göre, Başkent Ankara’da ülkenin her ilinden nüfusu oranında seçilecek üyelerden oluşan bir merkezi meclis oluşturulacaktır. (Bu arada ekonomik, sosyal yapılarından ve nüfuslarının yüksekliğinden dolayı değil de politik nedenlerle il yapılan bazı küçük illerin komşu illerle birleştirilmeleri düşünülebilir.)
Şimdi bu düşünceyi günümüze uyarlarsak şunları söyleyebiliriz: Bütün Türkiye’nin her köşesinde yaşayan vatandaşlar kullandıkları oylarla illerinin nüfusu oranında temsilcilerini seçerler. Halk partilerin adaylarına veya bağımsız adaylara doğrudan oy vererek tercihini kullanır. En çok oyu alandan aşağıya doğru adaylar sıralanır ve bu sıraya göre Türkiye Meclisine girerler. Bu meclis iç işleyişini sağlayacak bir sistem kurar ve kendine bir başkan seçer. Meclis, bir anayasa yaparak bunu halk oyuna sunar ve bu yeni anayasaya göre, temsili görev yapacak bir Cumhurbaşkanı seçer. Ülkeyi meclisin içinden çıkan, meclisin doğrudan denetimi altında olan meclis başkanı ve onun oluşturacağı kurul yönetir. Hükümet görevini yerine getirecek olan bu kurul farklı alanlara göre oluşturulacak işlevsel komitelerin-komisyonların başkanlarından oluşmalıdır. Bu komiteler: Eğitim-kültür, sağlık, adalet, maliye, sanayi-kalkınma, dış işleri, iç işleri, savunma, enerji, tarım-hayvancılık-orman-deniz-çevre, kadın-çocuk-yaşlı hakları, turizm vb. gibi alanların sorunlarını çözecek şekilde örgütlenmelidir.
Merkezi meclis ülkenin bütün insani değerlerini, bilimsel ve kültürel birikimlerini dikkate alarak toplumcu bir anlayışla devrimci bir sistem kurmalıdır. Uluslararası ilişkilerde tam bağımsızlık temelinde ülkenin çıkarlarını ve ekonomik kalkınmasını esas alan politikalar izlenmelidir.
Bu meclisin önemli bir birimi de merkezi planlamayı gerçekleştirecek planlama birimi olmalıdır. Bu birim, doğrudan meclise bağlı olarak çalışmalı ve ülkenin ekonomik-sosyal kalkınmasını, kültürel gelişmesini ve hangi alanlara ne kadar yatırım yapılması gerektiğini planlamalıdır.
Bu devrimci meclis, yasama ve yürütme görevini yerine getirirken, yargı ise bağımsız olmalı.
Meclis üyelerinin alacakları maaş ise yaptıkları işlerin gerektirdiği zorunlu giderleri karşılayacak kadar olmalı.
Merkezi meclisteki işleyiş mantığı il meclislerinde de kurulmalı. İllerde de Ankara’daki meclisteki komitelerin izdüşümleri oluşturulmalı, aynı anlayış ilçelerde ve daha küçük yerleşim birimlerinde de işletilmeli…
İllerdeki ve ilçelerdeki meclislerin seçeceği başkanlar belediye başkanlarının ve vali ile kaymakamın görevlerini de yerine getirecektir. Bugünkü gibi iki başlı yönetim yerine, halkın meclisinin doğrudan denetlediği başkan ve komiteler görev yaptıkları il ve ilçelere hizmet üretmeli.
Bu öneri devrimcidir, çünkü bu yöntem ve işleyişle halkın tüm ülke yönetimine, siyasetine şekli değil akılcı ve gerçekçi katılımı sağlanacaktır. Politika sahnesini yıllardır işgal eden bir avuç profesyonel politikacının işgalinden kurtararak halkın kendisi duruma doğrudan müdahil olacak ve “Böylelikle… Sovyet yönetim şekline yakınlaşma sağlanacaktır.”
(*)Türkiye’nin ilk anayasası 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’dur. Son günlerde gündeme gelen bu anayasanın maddeleri şunlardır, (İlk iki maddenin Türkçelerini de parantez içinde italik olarak veriyorum):
Madde 1- Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. (Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim yöntemi halkın geleceğini eylemli-edimli olarak kendisinin yönetmesi esasına dayanır.)
Madde 2- İcra kudreti ve teşri salahiyeti milletin yegâne ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder. (Uygulama-yürütme gücü ve yasa yapma yetkisi milletin tek ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisinde ortaya çıkar ve merkezileşir.)
Madde 3- Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti “Büyük Millet Meclisi Hükümeti” ünvanını taşır.
Madde 4- Büyük Millet Meclisi vilayetler halkınca müntahap (seçilmiş) azadan mürekkeptir.
Madde 5- Büyük Millet Meclisinin intihabı (seçme, seçilme) iki senede bir kere icra olunur. İntihap olunan azanın azalık müddeti iki seneden ibaret olup fakat tekrar intihap olunmak caizdir. Sabık Heyet lâhik heyetin içtimaına kadar vazifeye devam eder. Yeni intihabat icrasına imkân görülmediği takdirde içtima devresinin yalnız bir sene temdidi caizdir. Büyük Millet Meclisi azasının herbiri kendini intihap eden vilayetin ayrıca vekili olmayıp umum milletin vekilidir.
Madde 6- Büyük Millet Meclisinin heyeti umumiyesi teşrinisani iptidasında davetsiz içtima eder.
Madde 7- Ahkâmı şer ’iyenin tenfizi, umum kavaninin vazı, tadili, feshi ve muahede ve sulh akti ve vatan müdafaası ilânı gibi hukuku esasiye Büyük Millet Meclisine aittir. Kavanin ve nizamat tanziminde muamelatı nasa erfak ve ihtiyacatı zamana evfak ahkâmı fıkhiye ve hukukiye ile adap ve muamelat esas ittihaz kılınır. Heyeti Vekilinin vazife ve mesuliyeti kanunu mahsus ile tayin edilir.
Madde 8- Büyük Millet Meclisi, hükûmetinin inkısam eylediği devairi kanunu mahsus mucibince intihap kerdesi olan vekiller vasıtası ile idare eder. Meclis icrai hususat için vekillere veçhe tayin ve ledelhace bunları tebdil eyler.
Madde 9- Büyük Millet Meclisi Heyeti Umumiyesi tarafından intihap olunan reis bir intihap devresi zarfında Büyük Millet Meclisi Reisidir. Bu sıfatla Meclis namına imza vazına ve Heyeti Vekile mukarreatını tasdika salahiyettardır. İcra Vekilleri heyeti içlerinden birini kendilerine reis intihap ederler. Ancak Büyük Millet Meclisi Reisi vekiller heyetinin de reisi tabiisidir.
Madde 10- Türkiye coğrafi vaziyet ve iktisadi münasebet noktai nazarından vilayetlere, vilayetler kazalara münkasem olup kazalar da nahiyelerden terekküp eder.
Madde 11- Vilâyet mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir. Harici ve dâhili siyaset, şer’i adlî ve askeri umur, beynelmilel iktisadî münasebat ve hükûmetin umumi tekâlifi ile menafii birden ziyade vilâyata, şâmil hususat müstesna olmak üzere Büyük Millet Meclisince vaz edilecek kavanin mucibince evkaf, Medaris, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat, Nafia ve Muaveneti içtimaiye işlerinin tanzim ve idaresi vilâyet şûralarının salâhiyeti dâhilindedir.
Madde 12- Vilâyet Şûraları vilâyetler halkınca müntehap azadan mürekkeptir. Vilâyet Şûralarının içtima devresi iki senedir. İçtima müddeti senede iki aydır.
Madde 13- Vilâyet Şûrası, azası meyanında icra amiri olacak bir reis ile muhtelif şuabatı idareye memur azadan teşekkül etmek üzere bir idare heyeti intihap eder, İcra salahiyeti daimi olan bu heyete aittir.
Madde 14- Vilâyette Büyük Milet Meclisinin vekili ve mümessili olmak üzere vali bulunur. Vali, Büyük Millet Meclisi hükûmeti tarafından tayin olunup vazifesi devletin umumi ve müşterek vazaifini rüyet etmektir. Vali yalnız devletin umumi vazaifile mahalli vazaif arasında tearuz vukuunda müdahale eder.
Madde 15- Kaza yalnız idari ve inzibati cüzü olup manevi şahsiyeti haiz değildir. İdaresi Büyük Millet Meclisi hükümeti tarafından mansup ve valinin emri altında bir kaymakama mevdudur.
Madde 16- Nahiye hususi hayatında muhtariyeti haiz bir manevi şahsiyettir.
Madde 17- Nahiyenin bir şûrası, bir idare heyeti ve bir de müdürü vardır.
Madde 18- Nahiye şûrası, nahiye halkınca doğrudan doğruya müntehap azadan terekküp eder.
Madde 19- İdare heyeti ve nahiye müdürü, nahiye şûrası tarafından intihap olunur.
Madde 20- Nahiye şûrası ve idare heyeti kazai, iktisadi ve mali salahiyeti haiz olup bunların derecatı kavanini mahsusa ile tayin olunur.
Madde 21- Nahiye bir veya birkaç köyden mürekkep olduğu gibi bir kasaba da bir nahiyedir.
Madde 22- Vilâyetler iktisadi ve içtimaî münasebetleri itibariyle birleştirilerek umumi müfettişlik kıtaları vücuda getirilir.
Madde 23- Umumi müfettişlik mıntakalarının umumi surette asayişinin temini ve umum devair muamelatının teftişi, umumi müfettişlik mıntakasındaki vilâyetlerin müşterek işlerinde ahengin tanzimi vazifesi Umumi müfettişlere mevdudur. Umumi müfettişler Devletin umumi vazaifile mahalli idarelere ait vazaif ve mukarreratı daimi surette murakabe ederler.
***
Yaklaşık üç yıl üç ay kadar yürürlükte kalan 1921 Anayasasına, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanı dolayısıyla önemli değişiklikler, eklemeler yapıldı. Bu değişikliklerle “parlamenter sistem”e doğru gidiş söz konusudur. Bu eklemelerden “Devletin dini İslam’dır” maddesi, 1928’de 1924’de kabul edilen yeni Teşkilat-ı Esasi’den çıkarılarak, resmen 1937’de Anayasaya giren laiklik ilkesine doğru gidişin önü açılıyordu.
29 Ekim 1923’te yapılan değişiklikler-ilaveler şöyledir:
-Türkiye devletinin hükümet şekli Cumhuriyet’tir.
-Cumhurbaşkanı milletvekilleri tarafından bir dönemlik seçilecektir.
-Cumhurbaşkanının görev süresi 4 yıldır.
-İkinci kez seçilebilmesi mümkündür.
-Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından milletvekilleri arasından seçilecektir.
-Bakanlar ise Başbakan tarafından meclis üyeleri arasından seçilip, Cumhurbaşkanınca meclis onayına sunulacaktır.
-Devletin dini İslam’dır.
-Devletin resmi dili Türkçedir.
-Başkenti Ankara’dır.