Türkiye zor zamanlardan geçerken, devrimcilik de sarp yollardan geçer. Sarp yol kolay yol değildir, taşlı, keskin dönemeçli, inişli-çıkışlıdır ve uçurumların kenarlarından kıvrılarak gider ama tarih de çoğunlukla bu tür yollardan geçerek ilerler. Ülkemizin zor zamanlarında, sarp yollarında yürümesini bilen, devrimci, bilimsel bilgiyle donanmış, sağlam karakterli, büyük yolcuları olmuştur. Mustafa Kemalleri, Mahirleri, Denizleri … olmuştur.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, emperyalizmin neoliberal politikalarının ülkemizi kasıp kavurduğu 1990’larda ve ikibinli yılların başlarında, dönemin koşulları içinde bu büyük devrimcilerin görüşlerini öne çıkarmak gerekirken bundan özellikle kaçınıldı. Türkiye’deki çeşitli “sol” grup, parti ve kişiler bunu yapmak yerine daha çok Avrupa soluna yaklaşmayı, devrimci görüşleri liberalleştirmeyi, etnikçiliği tercih ederek gerçeklikten, olması gereken devrimci siyasetten uzaklaştılar. Oysaki uluslararası mali sermayenin IMF, Dünya Bankası, DTÖ gibi örgütlerinin dayattığı neoliberal politikaların özü, sağa kayarak değil devrimci fikir ve politikalarla birlikte halka doğru biçimde kavratılmalıydı. Bu devrimci yoldan yüründüğü takdirde, neoliberalizmin teşvik ettiği Batı yörüngesindeki etniksel, popülist sağ politikaların solu yönlendirmesi önlenir, ulusal ölçekte sosyalizmin belirleyiciliğini öne çıkarmak mümkün olurdu. Ama bu yapılmadığı gibi bir kısım yurtseverlik ve halk karşıtı sözde aydın ve sosyalist geçinen kişiler gerici iktidarla ve cemaatlerle işbirliği içine girerek Türkiye Cumhuriyetinin ve ulusun 1920’nin gerisine doğru hızla sürüklenmesine payandalık ettiler. Bu ihanet sonucunda cumhuriyetin kısmi demokratik devleti, gelenekselleşen kurumları parça parça edilerek yerine emperyalizmin işbirlikçisi iktidarın dinci militarist güçleri ve güdümlü kurumları ikame edilmeye başlandı. Yüzyıllık demokratikleşme çabasına bu ağır saldırıyı dayatan karşı devrimcilerin yönlendiriciliğini ve ana motorluğunu yapanlar içerdeki Ortaçağcı güçler değil, dünyanın her köşesini tutmuş emperyalizmin oligarşik yapılarıdır. Ülkemizdeki Ortaçağcı güçler uluslararası mali sermayenin ancak kulları olabilirler.
Türkiye’yi emperyalist tahakkümden ve iktidarı eline geçiren işbirlikçi Ortaçağ kafasından kurtarmak için en önce cesaretle karar verilmeli; emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, sözü dolandırmadan, eylemde sakınmadan mücadele edilecek mi, yoksa vakit mi doldurulacak? İşte asıl verilmesi gereken karar budur. Ancak bu karardan sonra haksızlığa, sömürüye, eşitsizliğe, vicdansızlığa ve her şeyi yönetme hırsına karşı güçlü bir toplumsal mücadelenin ocağını harlamak için harekete geçilebilir. Toplumsal tarihi ilerleten hareketler ancak bu tür köklü ve güçlü mücadelelerle sahneye çıkarlar. Bu mücadeleler neoliberalizmin parçaladığı, Fetö, iktidar ve diğer dinci faşist kesimlerin düşmanlaştırdığı kamuoyunu birleştirecek hareketlerdir.
Bir toplum tarihe damga vuran bir hareket ya da lider yaratabilmişse diğer toplumların gözünde daha çok saygınlık kazanır. Bizim toplumumuz bu tür liderler ve hareketler yaratmıştır ama ne yazık ki bunu sürdürmekte başarılı olamamıştır. Bu büyük liderlerin gölgesine sığınanlar ise onların başarılarını güdükleştirmekten ve çarpıtmaktan öteye gidememişlerdir. Sol-sosyalist kesimde bunun örnekleri vardır ama en çarpıcı örneğini sosyal demokrasi, demokratik sol gibi hareketler oluşturdu. Bugün muhalefetin en kapsayıcı üssü olarak görünen sosyal demokrasi, son 20-30 yılda yaşadığımız ağır ve tahripkâr gericileştirme sürecini, ülkemize has bir şans olan bağımsızlıkçı-cumhuriyetçi-halkçı tarihinden alabileceği derslere ve ilhama dayanarak ortadan kaldırabileceğine dair güven veremedi. Öte yandan sosyal demokrasinin devrinin, hem dünyada hem de Türkiye’de, artık kapandığı görünüyor. Giderek daha da gericileşen, vahşileşen, talan ve soygun ekonomisi haline gelen emperyalizme karşı sosyal demokrasinin direnebilmesi mümkün değil. Genelde de bunu yapmak sosyal demokrasinin kapitalizmle uzlaşan temel özelliğine de ters düşer. Kaldı ki soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne ve komünizme karşı ihtiyaç halinde “sosyal devlet” politikalarıyla öne sürülen sosyal demokrasiye bu devirde ihtiyaç duyulacağına dair bir emare de ufukta görünmemektedir.
Sosyal demokrasinin devrinin kapanmasına paralel olarak gelişmiş Batı ülkelerinde son yıllarda yükselen sağcılığın, aşırı dinciliğin, neo-milliyetçiliğin ve Türkiye gibi yeni sömürgelerdeki dinci faşizmin ve diğer gericiliklerin karşısında ancak Marksizmin devrimci mirasçıları durabilir. Bu değişik ülkelerin devrimcileri arasında siyasi tespit, örgütlenme ve mücadele anlayışları arasında farklılıklar olabilir, ancak Marksizmin temel ilkelerinin esas alınmasında ortaklık sağlanması mümkündür. Bizim ülkemizde devrimci ilkeleri temel alan güçlerin (sosyalizmi hedefleyen ama bu hedefe ulaşmak için demokratik devrimin toplumu sosyalizme hazırlayan olgunlaştırıcı aşamasından geçileceğini savunan ve kurtuluşu Türkiye dışı güçlerde aramayan solun), sosyal demokrasinin yanıltıcı havasından sıyrılmış bağımsızlıkçı-cumhuriyetçi-laik, gerçek demokrasi yanlısı radikal ulusal güçlerle verimli tartışma, dayanışma faaliyetleri ve birlikte mücadele arayışı içinde olmaları başarı için şarttır. Bu geniş yurtsever kesimlerden uzak duran bir devrimci hareketin ülkemizde başarı şansı yoktur. Devrimcilerin bu anlayışta olmaları da yetmez, her yerde topluma politik yol gösterici olmakla kalmayıp, halkın kapılarını çalan en yakın komşuları, aile doktoru, çocuklarının öğretmeni, karanlıkları aydınlatan ışığı yakan mühendisi, soğuğu sıcak yapan teknik elemanı, doğayı-çevreyi-çocuğu koruyan, kadın haklarını savunan, halkın dilinden konuşan hayatı yeniden üreten, dayanışmacı insanlardan oluşmalıdır.
Günümüzde sistem tarafından adalet ve başkasına güven gibi iyi duyguları yok edilmiş yabancılaştırılmış insanların kendileri için mücadeleye sokulmaları da büyük bir sorundur. Onların yeniden kendilerine ve başkalarına güvenmesi ve toplumsal mücadeleye kazanılması güç bir iştir. Hele de din kullanılarak kandırılmış olanlar için bu daha da güçtür… Bir tarafta açlıktan ölüme gidenler, borç batağına saplandığı için intiharı seçenler, açıkça haksızlıklara uğramış ve işinden atılmış yoksul ve umutsuz insanlar; diğer tarafta talanla, soygunla aşırı zenginleşmiş, şımarık, kibirli, lüks hayat yaşayan asalaklar, gericiler- işbirlikçi dinciler ve bunların kokuşmuş düzenleri…
Bütün bu sorunların üstesinden gelmenin tek bir yolu var; devrimci Marksizmin temel ilkelini esas alarak, onun analitik yöntemini kullanarak ülkenin koşullarını ve tarihimizdeki toplumsal mücadelelerden kalan değerlere sahiplenerek devrimci politikalar üretmek ve bu politikaları en sade şekliyle halka kavratarak harekete geçirmek.
***
Ülkemizdeki devrimci mücadelenin kendine has ütopyası oluşuyordu ama emperyalizmin, oligarşinin ve oportünizmin saldırıları ve saptırmalarıyla bu oluşmanın önü kesildi. Ancak Türkiye’de bu atılan tohumlar farklı koşullarda yeni toplumsal hareketler şeklinde de olsa gün yüzüne çıkacaktır.
Marx ve Engels’in görüşlerini ve toplumsal analiz yöntemlerini, yaşadığı dönemin Türkiye koşullarına ve toplumsal yapısına doğru biçimde uyarlayanlar 1960’lı yılların sonlarındaki ve 1970’lerdeki devrimci mücadeleleri omuzlayan devrimcilerdi. Bunların en önemlisi de Mahir Çayandı. O, 1970-72’de Türkiye devriminin yolunu aklı ve kanıyla çizen büyük bir devrimcidir. Türkiye devrimci mücadelesinin kendine has çizgisinin oluşturulması süreci 1919’da büyük bir atılımla başladı, 1945’ten 1960’a kadar geriledi, 1961’den 1971’e kadar ilerledi, 1971-73 döneminde geriledi, 1974-80 döneminde yeniden gelişti ve ondan sonra tekrar gerilemeye başladı. 1919-23 döneminde emperyalizme karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelesiyle yükselen demokratik devrim sürecinin inişli çıkışlı seyrine 1970-72’de proletarya ideolojisi önderliğinde yürütülen mücadele ile müdahale edilerek bu süreç tamamlanmak ve sosyalizme geçilmek istendi. Sonuçta başarısız olan bu müdahale için çizilen yol haritası, bütün saptırma girişimlerine rağmen, 1974-80 döneminin koşullarında da hayata geçirilmeye çalışıldı. 1990’lı yıllardan itibaren bu özgün çizgi, dünya ölçüsündeki olumsuz gelişmelerin de etkisiyle, çarpıtılarak yok edilmeye kalkışıldı. Ancak topluma kök salan devrimci gelenek yok edilemedi, toplum içinde büyük bir gizil güç olarak etkisi hala devam ediyor ve bu yüz yıllık mücadele anlayışına olan ihtiyaç günden güne artıyor.
Devrimci geçmişimizin en büyük zenginliği olan emperyalizme karşı verilen ulusal kurtuluş savaşı ve onun 1960-70’li yıllardaki devrimci hali olan Mahir’in görüşlerini, Türkiye toplumunun tarih içinde oluşan bütün ilerici geleneklerini, mücadeleci yanları ile birleştirilerek ve bunu günümüz koşullarına uyarlayarak devrimci atılımlar sağlamak mümkündür. Ancak Türkiye’deki bazı “sol” ve “sağ” siyasi çevreler, tam bağımsızlıkçı-devrimci demokrasiyi esas alan bu görüşlerin toplumsal gerçekçiliğini ve tarihselliğini görememişler ve hatta bunlara yönelik zaman zaman haksız suçlamalarda bulunmuşlardır. Bunların kimisi dogmatizm çemberini kıramadığı, kimisi de reformizme-revizyonizme, liberalliğe savrulduğu için Türkiye gerçekliğinden ve bu gerçeklikten kaynaklı devrimci düşüncelerden koptular. Bizim yakın tarihimizin emperyalizme karşı mücadeleler tarihi olduğunu anlamadılar. Batılı emperyalistlerin sömürdüğünü bizim ise sömürüldüğümüzü, onların ezen bizim ezilen olduğumuzu anlamak istemediler. (Tabii ki emperyalist güçler bu zalimliği ve haksızlığı içerdeki işbirlikçi sınıf ve kesimlerle birlikte yaptılar.) Bu gerçek, Osmanlının son dönemlerinden beri çeşitli değişikliklere karşın genelde bu şekilde seyretti. Bu yüzden Türkiye soluna rengini veren ana mücadele ekseni anti-emperyalist mücadeledir. Diğer mücadeleler (sosyalizm mücadelesi dahil) bu ana eksenin üstünde yükselmek zorundadır. Bizim halkımızın düşünceleri, davranışları, hayata bakışı Amerikalılar ve Avrupalılardan farklıdır, böyle olması da normaldir. Onların düşüncelerini, örgütlenmelerini, mücadele anlayışlarını vb. alıp buraya olduğu gibi monte edemezsiniz. Bize göre, bizim ülkemizin koşullarına göre politikalar ve mücadeleler esas olmak zorunda.
Bizim toplumumuzun tarihinde diyalektik materyalizmden pek söz edilmez ama bu yönde eğilimlere rastlanır. Batı kültürünün kaynağı kabul edilen Yunan felsefesinin temeli sayılan doğa felsefesinin ilk temsilcisi Miletli Thales’in, öğrencisi Anaximandros’un, bu felsefe çığırının üçüncüsü Anaximenes’in ve Diyalektiğin babası Efes’li Heraklaitos’un bu toprakların çocukları oldukları unutulmamalı. Yine MÖ. 6. ve 5. yüzyıllarda yaşamış logographos’ların dünya tarih bilimi öncüllerinin de Batı Anadolu’da yaşadıklarını hatırlayalım. MÖ. 500’lerde yaşamış Miletos’lu (Milet) Hekataios’un tarih biliminin öncüsü, Halikarnassos’lu (Bodrum) Herodotos’un ise tarihin babası olduğunu biliyoruz. MÖ. 4. Yüzyılda 30 kitaplık dünya tarihi yazan Lampsakos’lu (Lapseki) Kharon’u da hatırlayalım. Diğer yandan bu ülkenin topraklarında baskının-zorbalığın ve eşitsizliğin her çeşidine karşı esaslı mücadeleler yürütülmüştür. Türkiye bunların sayısız örnekleriyle doludur. Spartaküs’ün isyanından önce (MÖ.130’larda) Roma İmparatorluğu’nun yayılmacılığına karşı savaşan Bergamalı Aristonikos bir soyluydu ama savaşçıları yoksullar ve kölelerdi. Onun için Amasyalı tarihçi ve coğrafyacı Strabon (MÖ.64-MS.21) şunları yazar:
“… o (Aristonikos bn.) içerlere doğru gitti ve kısa zamanda çaresiz, desteksiz kalmış olan halktan çok sayıda insan ve hatta bağımsızlık vaadiyle heliopolitai (Güneşin Vatandaşları bn.) adını verdiği tutsakları dahi topladı.” (Strabon, Geographika, 14.1.38, s.210, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, Çev. Prof. Dr. Adnan Pekman)
Bu ülkenin topraklarında haksızlık, eşitsizlik, adaletsizlik, baskı ve zulüm hiçbir zaman sona ermedi. Bu yapılanlara karşı direnişler ve mücadeleler de sürüp gitti. Ama bu arada iktidar sahipleri düzenlerine karşı gelen halkın sürekli kanını döktüler, sindirmeye çalıştılar. Ama bu ezen ezilen kavgası ne Hristiyan Bizans döneminde ne de Müslüman Türklerin bu toprakları egemenlikleri altına almalarından sonra bitti. Ne o din ne bu din ezilen, sömürülen halkın hakkını hak sahibine teslim etti.
Osmanlı’nın talancı ve baskıcı düzenin yerine yeni bir hayat kurmak isteyen eşitlikçi Şeyh Bedrettin’e ve devletin halka yönelik zulmüne direnen Pir Sultan Abdal’a kadar birçok mücadele örneği görüldü. Özellikle 20’inci yüzyılda ülkemizi işgali altına almak isteyen emperyalist güçlere ve içerdeki uzantılarına karşı hem teori alanında hem de pratikte esaslı mücadeleler verildi. Anti-emperyalizm üzerinde yükselen bilimsel sosyalizmin öncülüğündeki toplumsal mücadelelerin bıraktığı izler, tarihimizden kalan ilerici karakterli çökeltiler birleştirilmeli ve bu sentez üzerinden yürünmelidir.Geniş halk kesimleri bu devrimci sentezi çok daha hızlı ve derinden kavrayacaktır. Çözüm ne liberal eğilimlerde, ne reformizmin ve keskin lafazanlıkların çıkmaz sokaklarında, ne de insanları oyalama taktikleri geliştirmektedir. Çözüm somut dünya, ülke ve tarih gerçekliğine göre devrimciliği doğru kavramaktan, tarif etmekten ve gerekeni yapmaktan geçmektedir.
Küçük bir gerçek koca yalanları yerle bir eder.
Devam edecek…