Son yıllarda “Türk” ve “Türkiye” kavramlarına yönelik bir saldırganlık bir hoşgörüsüzlük topluma pompalanıyor. İlkokulda öğrencilerce okunan, “Türküm, Doğruyum, Çalışkanım! Yasam; Küçüklerimi korumak Büyüklerimi saymak, Yurdumu milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm yükselmek ileri gitmektir. Varlığım; Türk varlığına armağan olsun!” içerikli ant ırkçıymış gibi nitelenip yasaklandı. Resmi kurumlardan TC’yi silmeye kalktılar, kimi statlardan Atatürk adını yok ettiler, şimdi de kamu kuruluşlarına yasayla konulan “Türk” ve “Türkiye” adlarını kaldırmaya hevesleniyorlar, “Bu adları buna layık olmayanlar kullanmayacak” diyorlar; Türkiye Barolar Birliği’ni (TBB), Türk Tabipler Birliği’ni (TTB), Türk Mimar ve Mühendis Odaları Birliği’ni (TMMOB) hedefe koyuyorlar.
Türkiye Barolar Birliği (TBB), Ahmet Taner Kışlalı Spor Salonu’nda binlerce avukatın katıldığı görkemli bir toplantıyla, bu girişime karşı gereken yanıtı verdi. Bu projenin bir FETÖ projesi olduğunu ayrıntılarıyla ortaya koydu, “mücadeleye devam” dedi.
Sorun, kanunla kurulmuş meslek kuruluşlarının adlarında yer alan millet ve devlet (memleket) adlarının kaldırılması değil, siyasi iktidarın uygulamalarına karşı toplumsal muhalefetin öncülüğünü ve sözcülüğünü yapan, haksızlıklara, hukuksuzluklara, yolsuzluklara, baskılara karşı mücadele eden meslek kuruluşlarını susturma, güçlerini kırma girişimidir. Yoksa bir kısım yönetici yanlış yaptı diye TBMM’nin çıkardığı yasalarla kurulmuş meslek oda ve birliklerini dağıtmanın, etkinliğini kırmanın açıklaması olabilir mi?
Hani “Laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiği” Anayasa Mahkemesi’nce saptanan partilerinin kapatılması gündeme geldiğinde “suçu partili işler parti işlemez, suç işleyen cezalandırılır parti kapatılamaz” diye yeri göğü inletiyorlardı, şimdi ne oldu da tüzel kişilikleri dağıtmaya, adlarındaki millet ve devlet (memleket) adlarını kaldırmaya kalkıyorlar? O zaman partilerindeki “Adalet” ve “Kalkınma” sözcüklerinin de kaldırılması gerekir, çünkü iktidara geldiklerinden bu yana ortada ne “Adalet“ kaldı, ne de ekonomik, sosyal, siyasal “Kalkınma” oldu. Yurttaşı tüketici yaptılar, üretmeden yediler, Cumhuriyetin birikimlerini sata sata bitirdiler.
Millet (Türk) ve Memleket/Devlet (Türkiye) adlarını kimin kullanıp kullanmayacağına siyasi iktidar karar verebilir mi, bu kavramları şu kullanır şu kullanamaz diye bilir mi? Türk ve Türkiye kavramları Anayasada yer alır, siyasi iktidar istiyor diye de meslek örgütlerinin adlarından çıkarılamaz.
Türklerin çoğunlukla yaşadığı Tuna Nehri ile Fırat Nehri arasındaki coğrafyaya Türkiye diyenler Avrupalılardır. Tarihsel olarak Türk sözcüğünü iki devlet kullanmıştır, birincisi Göktürkler, ikincisi de Türkiye Cumhuriyeti’dir. Türklüğü ayaklar altına alarak çiğnediğini söyleyen reis, Türklüğün ümmetçiliğe karşı tavır olduğunu düşünerek, bu kavramları savunuyormuş gibi görünerek yok etmeye çalışması, millete ve memlekete kurşun sıkmasından başka bir şey değildir. Bilindiği gibi Türk kavramı siyasi, Türkiye kavramı coğrafidir.
Göktürk devletine ırki bir devlet demek olanağı yoktur, çünkü kavimler birliğidir. Türkiye Cumhuriyeti’ni de bir ırka dayalı devlet denemez, çünkü Türkiye Cumhuriyeti de ülkede yaşayan çeşitli etnik yapıların bir millet olgusu içinde bir araya gelmesiyle kurulmuştur. Devletin kurucusu Mustafa Kemal, bu gerçeği ifade etmek için, “Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk Milleti denir” demiştir.
Kaldı ki dünyada tek bir ırka dayanan ne devlet ne de toplum olur. Irkçı politikalar izleyen devletler olmuştur, bunlarda insanlığın kanına girmiş, tarihin çöplüğünde yerini almıştır. Bir devlet ve toplumda çeşitli ırktan, inançtan insanların bir arada bulunduğu tarihsel ve toplumsal gerçekliktir. Bu, Amerika’da, Çin’de de, Rusya’da da, İngiltere’de de böyledir. O nedenle Türk sözcüğü hiçbir zaman ırki bir kavram olarak düşünülmemiş ve kullanılmamıştır. Bu durum Türk devletleri denilen Hunlarda, Göktürklerde, Uygurlarda, Selçuklularda, Osmanlılarda, Türkiye’de de böyledir.
Türkçülüğün ulusçuluk olarak siyasi bir akıma dönüşmesi, İttihat Terakki ile olmuştur. Bunda çağdışı kalmış, gelişmelere ayak uyduramamış Osmanlının ümmetçi devlet yapısından kurtulma çabalarının yanında, Yusuf Akçura, Hüseyinzade Ali, Ahmet Ağaoğlu gibi Türklerin etkisi vardır.
Kazanlı olan Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset adını verdiği Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık akımlarını değerlendirirken, Osmanlı devletinin ve toplumunun çağdışılıktan, gerilikten kurtuluşunu Türk ulusçuluğunda görür. Tanzimat sonrası ortaya atılan Osmanlı millet modeli, emperyalist destekli gayrimüslim azınlıklar ile Müslüman Arapların ayrılma, ayrı devlet kurma çabasıyla çöker. İttihat Terakki, 1911 ve 1912 Balkan Savaşı sonrası Türk ulusçuluğunu var olmanın tek çaresi olarak görür.
Türkçülük ırkçılık olsaydı Osmanlı, devleti kuran Türk’e “İdrak-ı bir Türk= İdraksiz, Akılsız Türk” der miydi? İslamcılığın ümmetçilik olduğunu, Türklüğü düşman gördüğünü bilen Ziya Gökalp, birliği sağlamak için, “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, batı medeniyetindenim” demek durumunda kalır, ancak emperyalizm destekli azınlıkların ayağa kalkması önlenemez, Osmanlı dağılır ve parçalanır.
Bugün Türklüğün ırkçılık olduğunu ileri sürenler, Türk milleti gerçeğini kabul etmeyenler, Osmanlı artığı ümmetçi İslamcılarla, Osmanlıda yaşanan sorunların hesabını Türkiye Cumhuriyeti ile görmeyen ayrılıkçı unsurlardır. Bunlar Osmanlı’da Tanzimat’a kadar askere alınmayan, cepheye sürülmeyen, ülke ve millet uğruna can vermeyenlerdir.
Osmanlı’da ordunun Yeniçeri ve Sipahiden oluştuğunu; Yeniçerinin, önceleri pençik, sonraları devşirilme yoluyla gayrimüslim çocuklarından oluştuğunu, padişahın, ailesinin ve sarayın güvenliğini sağlayan, hizmetini gören, saray okullarında ve Enderun’da devlet adamı, komutan olarak yetiştirilen kapıkulu askeri olduğunu, sayısının en fazla 10.binlere ulaştığını; ordunun asıl gücünün Türk çocuklarından oluşan eyalet askeri Sipahinin oluşturduğunu, savaş zamanı sayısının üç yüz bine kadar çıktığını bilebilirsek, Türk ve Türkiye düşmanlığının tarihi köklerini buluruz. Türk’e ve Türkiye’ye düşmanlık güncel değil tarihseldir, ne yazık ki bunun öncülüğünü ve sözcülüğünü günümüzün siyasi iktidarı yapmaktadır.
Bilinmeli ki Türkiye Cumhuriyeti, ümmetçi Osmanlının yıkıntıları üzerinde doğmuş, büyük bedeller ödeyerek kurulmuş, askerliği her yurttaş için zorunlu saymış, bilimi esas almış, devrimci, laik, milli bir devlettir.
Bu devleti yönetenlerin aklını başına alması, millet ve memleket birliğini oluşturan kuruluş ilkeleriyle ve kavramlarıyla fazla oynamaması gerekir; yoksa sonu felaket olur, yıkıntıların altından millet kalkarsa da iktidar ve reisi kesinlikle kalır.