19 yy ve 20 yy deneylerinden çıkarılması gereken en önemli ders budur.
İki eğilim yön verdi muhalif akımlara biliniyor. Anarşizm ve Marksizm.
Bugünden bakıldığında iki akımında Burjuvazinin 18 -19 yy da inşa ettiği Avrupa merkezci toplumsal gelişim çizgisini hiç sorgulamadan kabul ettikleri görülüyor.
Bu temel üzerinde yükselen tüm çabaların istisnasız başladıkları yere başa dönmelerine de, günümüz coğrafyasında her iki akım temsilcilerinin ağırlıkla ve Anarşizmden evrilen Bookchin’ci komünalistlerin ABD ile yan yana bir gelecek inşa etme planlarına da şaşırmamak gerek.
Diğerlerinin ise kafaları karışık, bir ayakları ve gövdeleri ABD ile iş kotaranların yanında diğer ayakları ise ülke topraklarında. Ama koptu kopacaklar.
Oysa Ülkede çıkışın yolu, Batı toplumsal değişim teorilerinin Burjuva temelleri ile hesaplaşmaktan, tarihi ayakları üzerine, gerçeğe oturtmaktan ve bu düşünsel yapıdan kopmaktan geçiyor.
Kavranması gereken ilk gerçek şudur;
-Batı Avrupa tarih sahnesine ilk çıktığı tarihten itibaren sömürgecidir. Kendi dışında ki toplumlar ile kurduğu ilişki denk değildir. Hiçbir zamanda olmadı, olmayacak.
‘Emperyalizm’ öncesi sömürgeci faaliyetin gözden yitirilişini Yves lacoste’ dan dinleyelim;
‘Temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp ikide bir önümüze sürülen (çoğu zaman herhalde iyi niyetle, ama kimi zaman da-amaçlarını aşağıda koymağa çalışacağız- maksatlı olarak, bile bile) şemaya göre, Avrupalı Devletler, kapitalizmin zaferi demek olan «Sanayi Devrimi» ile sağladıkları askeri güçleri ve teknolojik ilerilikleri sayesinde, kendini savunacak araçlardan yoksun halklar üzerinde egemenliklerini kurmuşlardı. Şüphesiz bu teknolojik, askerî ve mali üstünlük sömürgeci yayılmanın sebeplerinden biri olmuştur ama ancak ondokuzuncu yüzyıl ortalarından sonra. Çünkü Avrupalıların bu çağdan önce sömürgecilik yolunda gerçekleştirdikleri fetihler hiç de daha az değildi: onaltıncı yüzyılda Latin Amerika, onyedinci yüzyılda Endonezya, onsekizinci yüzyılda ise Hindistan. Üstelik bu sonuncusu, kapitalizmin gelişmesi yolunda en önemli fetihti. Oysa o dönemlerde Avrupa henüz teknolojik bakımdan iddia edildiği kadar ileri değildi ve sömürgecilerin emrindeki askerî güçler, daha sonra onların egemenliği altına girmekten kurtulamayacak olan devletlerin askeri güçleriyle oranlanınca (gülünç derecede olmasa bile) çok zayıf kalıyordu. Hakim duruma gelenler daha az «güçlü» olanlardı. Peki niye? işte bu ana soru çok kere hasıraltı edilmiştir.
Sömürge fetihleri emperyalizm olgusuyla birleştirilir, doğrudur da. Ama öte yandan emperyalizm kelimesi ondokuzuncu yüzyıl sonlarına doğru büyük mali ve sınai grupların oluşması sırasında kapitalizmin bağrında meydana çıkan yapı değişiklikleri içinde («Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşaması…») kullanılır. İşte kimi marifetliler tabir caizse bir alicengiz oyunuyla sömürgeleşmeyi sadece kapitalizmin «emperyalizm» dediğimiz gelişme aşamasına malederler. Böylece kapitalizmin Avrupa’daki zaferinden önce yapılan nedenlerin sömürge fetihlerini mümkün kılmış olan etkenlerin tahlili, ondokuzuncu yüzyıl sonuna doğru gerçekleşen emperyalist yayılmanın tahlili gerisinde, gözden kaybedilir. O zaman da sömürgeleşme sürecinin çok büyük bir kısmı yani «Sanayi Devrimi»nden önceki sömürgeleşmeler gün ışığına çıkmamış olur.’
Muhalifler açısından ana zaaf, son 500 yıllık tarihin sömürgeciliğin en vahşi tarzda yürütüldüğü esas dönemine ilericilik atfeden bakış açısıdır. Avrupa merkezci bakışın ana yaklaşımlarının kabulünün yanı sıra, pragmatist bir bakış açısının da bu tavırda bir rol oynadığı kabul edilmelidir.
Pragmatist tavırdan kasıt; Sanayi devrimine giden süreçte üretime dönük faaliyetin artışı, nüfus içinde kol emekçilerinin artmasına ve toplumsal hareketin ana gücü olmasına yol açtı. 19 yy bu gücün proletaryanın evcilleştirilmesi süreci idi, birçok olayın yanı sıra. Burjuvazi çatışmayı devam ettirmenin, verilecek tavizden daha pahalı olduğunu anladı ve elinde bunu gerçekleştirecek, sömürgelerden gelen birikim fazlası da vardı. En önemlisi de üretim kesintiye uğramamalı idi.
20 yy ‘kol emeği iktidara’ diyen akımlar birçok ülkede iktidara geldiler. Yy’ın sonunda bir kaçı hariç çözüldü bu devletler biliyoruz.
21 yy da yaşanmaya başlanan, açıktan dillendirilmesi de proletaryaya yüklenen hasletlerin var olmadığının açığa çıkması, en önemlisi de uygar dönemin üzerinde yükseldiği kol emeğine ihtiyacın sonlanması anlamına gelen teknolojik yeniliklerin yaygınlaşması, robot teknolojisi, sebepleriyle bir daha benzer bir gelişmenin yaşanmayacağının ayırdına varılmaya başlandığı bir süreçtir.
İkincisi;
-Sürecin tek bir ülkenin, hatta sınırları Avrupalılarca belirlenmiş kısıtlı bir sürecin çerçevesinde ele alınamayacağıdır.
Yaşananı 1776 gibi geç ve Avrupa merkezciliğin henüz egemen bakış olmadığı bir tarihte şöyle anlatıyor Adam Smith Milletlerin Zenginliğinde;
‘Amerika keşfedildiğinden bu yana, buradaki madenlerden çıkartılan gümüşün pazarı her geçen gün büyüyor. İlk olarak, Avrupa pazarı genişlemiş, Amerika keşfedildikten sonra Avrupa’nın büyük bölümü gelişmiştir. İngiltere, Hollanda, Fransa, Almanya, hatta İsveç, Danimarka ve Rusya gerek tarım gerekse üretim alanlarında kayda değer gelişme göstermişlerdir… İkincisi, bizzat Amerika kendi madenlerinden çıkarılan gümüşün yeni pazarı haline gelmiştir. Tarım ve sanayisi gelişip nüfusu arttıkça…Amerika’nın yarattığı talep de büyük oranda artacaktır. İngiliz sömürgelerinin tamamı yeni bir Pazar oluşturmuşsa da Amerika’nın keşfi, bu alandaki en büyük (katkıyı) sağlamıştır. Avrupa’dan gelen bütün mallar için yeni ve daralmayan bir Pazar yaratan Amerika, yeni bir işbölümü imkanı ve de zanaatta gelişmenin önünü açmıştır ki eskinin ticaret ortamında, bir pazarın kendi ürettiği malların büyük bölümünü soğurması gibi bir durum mümkün değildi. Emeğiyle geçinenlerin üretici gücü artıp üretim, Avrupa’daki bütün ülkelerde çoğalınca , buna Avrupa’ da yaşayan insanların reel gelirlerinin ve refahlarının artması eşlik etmiştir….Üçüncüsü, Doğu Antiller(Asya), Amerika’dan çıkarılan gümüş madenleri için bir başka Pazar durumundadır ki söz konusu madenler keşfedildiğinden bu yana, bu Pazar sürekli olarak daha fazla gümüş talep etmektedir…. Bu bakımdan, değerli madenler şimdiye kadar olduğu gibi, bu günde Avrupa’dan Hindistan’a göndermenin büyük getiri sağladığı mal durumundadırlar. Daha fazla getiri sağlayan başka bir mal yok gibidir(üstelik Çin’e gümüş getirmek çok daha karlı bir uğraştır)….Öyle anlaşılıyor ki yeni kıtadan elde edilen gümüş, bu anlamda eski dünyanın iki farklı ucundaki ticaretin devamını sağlayan ürünlerin en başta gelenlerinden biridir ve bu sayede dünyanın birbirine uzak bölgeleri arasında bağlantı sağlanabilmektedir…Avrupa mallarına bir Pazar oluşturarak, Doğu Antiller’le yapılan ticaret ya da başka bir ifadeyle, bu malların karşısında alınan altın ve gümüş sayesinde, Avrupa’daki yıllık emtia üretimi artmıştır….Eskiden dünyadaki üretim ve taşımada küçük bir role sahip olan Avrupa…. Bu gün artık(1776’da), Amerika’da sayıları ve etkinlikleri giderek artan çiftçiler için üreticiye dönüştüğü gibi Asya, Afrika ve Amerika’da bulunan ülkelerin neredeyse tamamı açısından nakliyeci ve bazı alanlarda üretici konumuna gelmiş durumdadır.’
Hollanda Doğu Hindistan Şirketi( VOC) yöneticisi Jan Pieterszon Coen ise 1619 yılında yaptığı bir açıklamada şöyle anlatıyor durumu;
‘Gucerat’tan(Batı Hindistan’da bir eyalet) gelen malları biber ve Sumatra sahilinden altın; (Coromandel) sahilinden gelen riyal ve pamuğu Bantam’daki biber; sandal ağacı, biber ve riyali Çin altını ve Çin malları; Japon gümüşünü Çin malları; Coromandel sahilinden gelen ürünleri Çin altını ve Çin malları; Surat’tan gelen ürünleri baharat; Arabistan’dan gelen riyal diğer ürünleri baharat ve başka mallar karşılığında alıp satıyoruz. Ve bunların hepsini Hollanda kaynaklı tek kuruş para harcamadan, yalnızca gemiler aracılığıyla gerçekleştirebiliyoruz. Halihazırda elimizde en önemli baharatlar var. Peki, o zaman eksik olan nedir? Aslında gemi ve emme basma tulumbayı harekete geçirecek biraz su dışında başka bir şeye ihtiyacımız yok…(Burada getirisi yüksek Asya ticareti yapabilmek için gereken yeterli kaynağa (paraya) atıfta bulunuyorum). Dolayısıyla, sayın baylar ve değerli yöneticiler, şirketimizin dünyadaki kazançlı ticaretten pay almasının önünde bir engel yoktur.’
Avrupalılar, Amerikan altın ve gümüşü ile ayağa kalkışın ardından, Asya merkezli dünya ekonomisine dahil oluyorlar. Adam Smith’in anlattığı budur kısaca.
Amerikan gümüşü, gümüş para ile dönen Çin olmasa idi pek işe yaramayacaktı. Ya da çok daha uzun bir süreç gerekecekti yaşananlar için.
Avrupa’nın yükselişi, doğunun batışına doğrudan bağlıdır. Doğu olmasa idi Avrupa olmazdı.
Ellerinde çok büyük miktarda ve neredeyse bedavaya gelen gümüş en büyük avantajları oldu. Tabii ki bel altı her türlü yöntem ile birlikte.
Sınırları Avrupalılarca belirlenmiş kısıtlı bir süreçten kasıt;
Muhalif akımların dünyayı kendi çizdikleri çerçeveden ibaret saymalarıdır. En çarpıcı örneği Marx verir bize.
Marx, 15 Eylül 1872’de işçi sınıfının “siyasal üstünlük” sağlamak için kullanabileceği farklı yolları yazıyordu:
‘Farklı ülkelerdeki kurum, gelenek ve adetlerin dikkate alınması gerektiğinin farkındayız ve işçilerin amaçlarına barışcıl yollardan ulaşabileceği Amerika, İngiltere ve ….Hollanda gibi ülkelerin varlığını yadsımıyoruz. Bu böyle olsa da, Avrupa’daki ülkelerin çoğunda devrimin kaldıracının güç kullanmak olduğunu, işçilerin hakimiyetini sağlamak için bir süreliğine başvurulması gereken yöntemin güç kullanmak olduğunu kabul etmek gerekir.’
Bu ülkelerin Dünya için ne anlama geldiği biliniyor. Amerika’ da bu satırların yazıldığı tarih Kızılderililerin soykırıma uğradıkları dönem olduğu bilgisi ise muhalifler açısından acıdır.
Üçüncüsü;
-Avrupa egemenliği sömürgelerde, fiili işgal yerli işbirlikçiler olmadan olanaksızdı. Kendileri ile işbirliği yapacak egemen kesimleri, her yerde ve her zaman buldular. İç olgu idi aynı zamanda sömürgecilik, sömürgeler için.
Sözü yine Yves Lacoste’ a bırakalım;
‘Avrupalıların askeri ve teknolojik üstünlüğüyle açıklanamayan bir sömürgeleşme sürecini kavramak, yerli yönetici sınıfların bu olgu içinde takındıkları tavrı, kullandıkları stratejiyi bulup çıkarmayı gerektirir. Bu yönetici sınıf ve tabakaların çoğu için sömürgeleşme bulunmaz bir nimet ve güçlerini o güne kadar erişemediklerin düzeye çıkarmakta bir araç olmuştur. Kimi ülkelerde ileri gelen yerli kategorilerin toprağın mülkiyetini üzerlerine geçirmeleri, o güne kadar sağlam hukuki bir yoldan sahip olamadıkları bu hakkı elde etmeleri, Avrupalıların kabule zorladıkları yeni hukukî rejim sayesinde gerçekleşebilmiştir. Bu sömürgeci fetihler, yerli yönetici sınıflarla Avrupa’dan gelen sömürgeciler arasındaki ittifaktan başka bir şeyle açıklanamaz. Kırsal alanlardaki yığınlar üzerinde sürdürülen sömürünün bir kat daha pekişmesini mümkün kılan da işte bu ittifaktı.’
‘Sömürge ülke halkları, Avrupalılar tarafından yenilmiş değillerdir. Avrupalılar, eğer vuku bulsaydı, kendileri için son derece güçlükler getirecek olan gerçek savaşları yürütecek imkandan da, istekten de yoksundular. Sömürge halkları, kendilerine o tarihe kadar hükmeden ayrıcalıklı azınlığın ihanetine uğramış ve satılmışlardır. Bu ihanetler olmasaydı, sömürge genişlemesi, büyük bir tarihi olay haline belki de gelemeyecekti.’
Bunu sağlayan o toplumsal dokudaki çelişkilere oynayan, cebinde geçerli parası bol olan, özel mülkiyetçi Avrupalı idi.
Dördüncüsü;
-Çevre ülkelerde, Avrupa sömürgeciliğinden, emperyalizmden kopmadan geleceğin kurulması mümkün değildir.
İki ana nedenden dolayı böyledir.
İlki; Avrupa yaşam tarzının insan doğasına zıd gelişmelerin zirvesi oluşudur. Özçıkara dayalı, mülkiyeti kutsayan bir yaşamdır bu. Ana eğilimi daha fazla merkeziyettir.
‘Kapitalist üretim ilişkilerinin geçerli olduğu bir dünyada, “kalkınma” olanaksızdır. Zira bir kutupta daha çok zenginlik üretmenin koşulu, karşı kutupta daha çok yoksulluk ve sefalet üretmektir. Olanaksızlığın ikinci boyutu ekolojik sınırla ilgilidir. Dünya nüfusunun yaklaşık beşte dördünün “kalkınmadığı” koşullarda bile bir gezegen riski ortaya çıkmış bulunuyor. Ve, burjuva uygarlığı insanlığı toptan yokoluşa doğru sürüklüyor.’ (Fikret Başkaya)
Diğeri ise, çevre ülkelerde kurulan Kapitalizmin, ‘piç bir kapitalizm’ oluşudur.
Sözü bir kez daha Yves Lacoste’ a bırakalım;
‘Azgelişmiş ülkelerin modern ekonomi kesimi, gelişmiş ülkelerin en büyük şirketlerinin sahip bulunduklarından çok daha fazla yetkileri ellerinde tutan, çok güçlü tekellerin egemenliğindedir. Bu tekeller sadece, ihracata yönelmiş ürünlerin pazarlarını kontrol eden büyük uluslararası gruplara mensup yavru şirketlere ait değildir. İç pazara yönelmiş faaliyetler de (tüketim sanayii ve çok nadiren yatırım malları sanayii,, ithalatçılık), tekel durumunda bulunan firmaların elindedir. Bunun en ünlü örnekleri Hindistan’da Tata ve Birla, Brezilya’da ise Matarazzo grubudur.’
‘Böyle ayrıcalıklı sosyal kategoriler, gelişmiş ülkelerdeki egemen sınıflarınkine kıyasla çok aşırı yetkilere sahiptirler ve son derece güçlü bir durumda bulunmaktadırlar. Üçüncü Dünya ülkelerinin hepsinde, bu ölçüde güçlü azınlıkların varlığı, daha sonra inceleyeceğimiz karmaşık bir tarihsel gelişmenin sonucudur. Şimdiden söylemek gerekir ki, yarı feodal tipte ayrıcalıkları elinde tutan bu azınlık, aynı zamanda çok daha çok daha gelişmiş organizasyon biçimleriyle iyice kaynaşmıştır.
Nitekim köle sahibi ve feodal şef olan bazı Orta Doğu sultanları, petrol şirketlerinden aldıkları “royalty”lerle geleneksel güçlerini çok büyük ölçüde arttırmışlardır. Üçüncü Dünyanın bir çok kısmında, temel üretim ilişkisi, kapitalist tiptedir, fakat bu, sermaye sahiplerinin yararına olarak, prekapitalist üretim ilişkileriyle birleştirilmiştir.
Bütün azgelişmiş ülkelerde raslanan (son zamanlarda görülen istisnai durumların dışında) bu ayrıcalıklılar azınlığı, Üçüncü Dünya halklarının kurbanı oldukları ölçüsüz sömürüden yararlananların sadece bir kısmıdır. Büyük toprak sahiplerine, tüccarlara, varlıklı bürokratlara, ülkede yaşayan yerli/yabancı tefecilere; büyük uluslararası şirketleri, ticaret şirketlerini, düşük fiyatlı temel ürünler ile mamul eşya ticaretinden kar sağlayan büyük bankaları eklemek gerekir. Bu yabancı şirketler, ancak ülkede yaşayan ayrıcalıklıların desteği ile ekonomi üzerindeki egemenliklerini sürdürebilmektedirler. Yerli ayrıcalıklılar da büyük yabancı kapitalist firmaların aracılığı olmasa, durumlarını sürdüremezler ve zenginleşemezler. Bazı çatışmalara ve çelişmelere rağmen, yerli ayrıcalıklılar ile yabancıların işbirliği temel bir durumdur.’
‘Batı Avrupa’da kapitalist üretim ilişkisi, feodal sistemde çok önemli rol oynayan kişisel bağımlılık ilişkilerinin son bulmasıyla belirlenmektedir. Kapitalist ve emekçi arasında teorik bakımdan ancak belli bir emek süresinin ücret karşılığı satışını öngören bir sözleşme vardır. Batı Avrupa’da kapitalist sistem, giderek, eski üretim ilişkilerini tasfiye etmiştir. Birleşik Devletler, Kanada ve Avustralya’da, kapitalizm fiilen bakir bir toprak üzerinde yayılmıştır.
Buna karşılık, sömürgeleştirilen ülkelerde, kapitalist sistem, gerçek bir başkalaşma ve bozulmaya konu olmuştur. Sermaye sahiplerinin esasen fazla olan yetkileri, kölelerin efendisinin ya da derebeyinin yetkileri ile birleşerek büyük ölçüde artmıştır.
Kapitalist sistemin bu “piçleşmesi”ne önce, sömürgecilik olayının kendisi sebebiyet vermiştir. Avrupa’da teorik olarak hür teşebbüs ilişkileri zafere ulaşırken, sömürgeleştirilen ülkeler, gerçek bir fren olmadan, tekel rejimi altına konulmuşlardır.
Ekonomik güçlerin oyunuyla başarıları esasen garantilenmiş olduğu halde, Avrupalı iş adamları, halkların mali ve teknik zayıflıklarından faydalanmakla yetinmemişler, sömürge yönetiminin ve ordusunun desteğini istemişler ve elde etmişlerdir. Serbest değişimin göklere çıkarıldığı bir dönemde, sömürgeler, sıkı biçimde “sömürge paktı”na tabi tutulmuşlardır.
Bütün sömürge ülkelerde, prekapitalist yerli aristokrasi ile sömürgecilerin ittifakı, “piçleşmiş” bir kapitalist sistemin doğuşuna yol açmışlardır. Bu sistemde, kapitalist üretim ilişkisi, ayrıcalıklıların tam yararına olarak, ilkel ilişkilerle birleştirilmiştir. Bir yandan, yerli eşraf, evvelce hiçbir zaman elde edemediği yetkileri sahiplenmek için geleneksel yapıların çöküşünden yararlanmıştır (toprakları sahiplenmek, köylüyü doğrudan doğruya kullaştırmak v.s. gibi). Öte yandan yerli eşraf, kapitalist haline gelmiştir (ihracat mallan üretmektedir ve çoğunlukla ithal edilen malların satışını yapmaktadır).
Sömürgecilere gelince, onlar da kapitalist olarak sahip bulundukları yetkilere, hükmetme yöntemlerini ve feodal ya da köleci egemenlik biçimlerini eklemişlerdir. Bu, tarihi bakımdan çirkin çiftleşmenin sonucu, azgelişmiş ülkelerde ayrıcalıklı azınlığın yetkilerinin nesnel olarak aşırılık kazanması olmuştur.
Zira bu yetkiler, gerçek bir kapitalist sistemde kapitalistin ve gerçek bir feodal sistemde feodalin sahip bulunduğu otoriteyi aşmaktadır. Bu hilkat garibesi kapitalist sistem ancak, halk kütlelerinin teknik bakımdan geri ve özellikle politik bakımdan boyunduruk altında tutulduğu ülkelerde gerçekleştirilebilmiştir.’