Search
Close this search box.

Sovyetlerin Kurtuluş Savaşı’na Yönelik Tavrı*-Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Sovyet Kızıl Ordusunun önde gelen komutanlarından M. V. Frunze, Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adına ama aslında Sovyetler Birliğini temsilen, Kurtuluş Savaşı bütün hızıyla sürerken, Ankara Hükümetiyle dostluk ilişkilerini güçlendirmek amacıyla Türkiye’ye geldi. M. V. Frunze’nin 26.11.1921 tarihinde Trabzon’da başlayıp 14.1.1922’de Samsun’dan ayrılmasıyla sona eren Türkiye ziyaretini anlattığı kitapta Antant devletlerinin** Türkiye üzerindeki hesapları, Doğu sorunu, Rusya – Osmanlı ilişkileri hakkında yaptığı tespit ve değerlendirmeler sık sık gündemi işgal eden Türk-Ermeni ilişkileri konusunda da fikir vermektedir. Birinci Paylaşım Savaşı’nı ve Sovyet Devrimi’ni yaşayan, Türk Kurtuluş Savaşı’na tanıklık eden Frunze’nin Anadolu’da yaşanan olaylar hakkında tarafsız bir gözlemci olduğundan şüphe edilmemesi gerekir.

 

Frunze Komünist Gazetesi’nde yayınlanan yazısıyla Türkiye’deki gelişmeleri özetler.

Taksim Meydanı’ndaki anıtta da yer verilen, 1925 yılında ölmeden önce Sovyetler Birliği Askeri ve Deniz İşleri Halk Komiseri olan General Frunze “Karadeniz’in Öte Yakası” olarak nitelendirdiği Türkiye’nin Sovyetler’in ekonomik-politik çıkarları açısından önemine vurgu yaparak kitabına başlar ve halkımızın 1919’dan itibaren neden yeniden silaha başvurmak zorunda kaldığını özetler:

“En yakın güney komşumuz olan TÜRKİYE… Orada da emperyalistlerle yapılan savaşın hemen ardından halk yeniden silaha sarılmak zorunda kaldı…

İmzaladıkları silah bırakışması sonucunda galip devletlerin kendi aralarındaki anlaşmalarda Türkiye’nin bağımsızlığı kesinlikle ortadan kaldırılıyordu. Antant’ın askerleri Çanakkale ve İstanbul boğazlarını işgal ettiler. 1920 yılı Ağustos’unda anlaşmanın yenilenmesi Sevr’de yapıldı.

Artık hiçbir etkinliği kalmayan başkent İstanbul’la birlikte Türk topraklarının büyük bir bölümü Türklerin elinden alınmış ve galip devletler arasında paylaşılmıştı…

Türkiye’nin geri kalan kısmı (Anadolu) da bu devletler arasında -sözde- bağımsız sayılarak bölgelere ayrılmıştı. Oysa demiryolları, endüstri fabrikaları, maliye gibi şeylere Antant’ın borsacıları tarafından zafer sarhoşluğu içinde elkonulmuştu. En kaba kuvvet gösterileri, yağmalar ve hakaretler insan aklının alamayacağı kadar almış yürümüştü.” (Frunze’nin Türkiye Anıları, s.7-8)

Frunze yukarıda saydığı nedenlerden, yıllardır süren Trablus, Balkan ve Birinci Paylaşım Savaşından dolayı Türkiye’nin yorgun düştüğünü ama “Türk ulusunun büyük çoğunluğu”nun “istilacılarla açıktan açığa savaşa girişti”ğini yazar.

Bu arada Ukraynalı generalin İstanbul’daki yönetimin işbirlikçi niteliği hakkındaki düşünceleri çok açıktır.

“İstanbul’da İngiliz-Fransız süngüsünün ‘kibirli’ koruması altında oturan resmi Türk yönetimi, anlaşılmaz bir vurdum duymazlıkla bütün bu hareketlere duyarsız kalıyordu.” (Age, S.8)

Frunze, bu yüzden Anadolu’da yaratılan bağımsızlık mücadelesinin haklılığının ve devrimci özelliğinin altını çizer.

“Bu nedenle kurtuluş harekâtı bu yönetimin dışında ve bu yönetimin karşısında olarak gelişti. Giderek de açık bir devrimci karakter kazandı.” (Age, s.8, abç.)

Kızıl Ordu Komutanı 1919’da başlatılan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin başlangıcını kısa ve öz biçimde anlatmayı sürdürür:

“1919 yılı sonlarında Küçük Asya’nın içerilerinde, Erzurum ve Sivas’ta Türkiye’nin içinde bulunduğu durumdan hoşnut olmayanlar biraraya gelmeye başladılar. Bu hoşnut olmayanların başında gözde Türk generallerinden biri bulunuyordu: Mustafa Kemal Paşa. Antant’a karşı savaş onun ve arkadaşlarının önderliğinde, ‘Türkiye’nin Ulusal Kurtuluşu’ adı altında düzenlendi. Bu hareket çok çabuk genişledi ve ağır ağır tüm Küçük Asya’yı sardı. Anadolu’nun ortasında, Ankara’da TBMM toplantıya çağrıldı. Böylece Mustafa Kemal’in bu çağrısı yeni devrimci Türk yönetimini oluşturuyordu.” (Age, s.8)

Sovyet generali İstanbul’daki Sultanın yönetiminin Antant’ın daha doğrusu İngiltere’nin elinde olduğunu, Ankara’daki yönetimi ise Türk halkının tanığını ve Türkiye’de asıl etkili olanın TBMM hükümeti olduğunu belirttikten ve kurtuluş hareketini Sovyet Devrimi’yle karşılaştırdıktan sonra bu hareketin sınıfsal yapısını tahlil eder.

“Eğer biz bu devrimci hareketin sosyal-sınıfsal içeriği açısından değerlendirmesini yapmak istersek şunu önceden bilmeliyiz ki, burada bizim bildiğimiz, devrim deyince aklımıza gelen, bizim verdiğimiz savaşın deneylerinden çıkanlara benzer bir durum göremeyiz.

Bu hareket açık bir ulusal anlam taşır ve yabancı istilacılara karşı girişilen bir harekettir. Bu hareketin dayanağı önemli bir çoğunlukla Türk subayları, memurları ve köyle kentlerin emekçi kitlesi olmuştur.” (Age, s.9, abç)

Kurtuluş Savaşının dayandığı sınıfsal kesimleri bu şekilde tarif eden Frunze Müdafa-i Hukuk’çuların, Kuvayı Milliye’nin oluşturduğu yapılanmayı 1905 Rus Devrimi’ndeki partiye benzetmektedir.

“Yönetim genellikle kendi sınıfsal durumunun gerektirdiği partinin ellerinde bulunuyordu. Bu, tıpkı bizim 1905 Devrimi’ndeki partiye benziyor.” (Age, s.9)

Frunze kitabın ilerleyen kısımlarında da 1919’da Anadolu’da başlayan bu mücadeleyi “devrim hareketi” olarak niteler ve “Anadolu’nun emekçi kitlesinin geniş bir bölümü”nün “devrimci ve silahlı kuvvetlerin örgütlenmesinde temel” olduğunu ifade eder. (Age, s.90)

 

Yunan İşgalinin Ardında İngiliz Emperyalizmi Var

Frunze, Ankara Hükümetinin yeni devlet kadrosunu kurarak kısa zamanda önemli bir silahlı güç oluşturduğunu dile getirdikten sonra bu gücü Türkiye’yi işgal edenlere karşı savaşa sokmaya hazır hale getirdiğini ve Yunanlı işgalcilerin Anadolu’da yaptıkları katliamları, yağmaları ve bunun halkta yarattığı tepkiyi ifade eder.

“… 1919 yılında İzmir bölgesi işgal edildi. Bütün bu bölgedeki Türk köyleri üzerinde yapılan aşırı baskılarda büyük bir hataya düşüldü. Bu sakin insanlara yapılan katliam, onların mal ve öteki değerlerine yapılan yağmalar… Bunlar bütün Türkiye’de geniş bir yankı uyandırdı ve Yunanlılara karşı Ankara Hükümeti’nin askerleri tarafından açık bir askeri harekete girişilmesine neden oldu.” (Age, s.9)

Bu arada Frunze, Türk ordusuyla Yunan ordusunun durumlarını da karşılaştırır. Türk askerinin ne sayı ne de teknik araçlar bakımından Yunan Ordusu’yla karşılaştırılamayacağını belirten Kızıl Ordu’nun komutanı Yunanlıların bu alanlardaki üstünlüğünü İngilizlerin desteğine bağlar.

“Yunanlıların bu üstünlüğü İngilizlerin tüm olanaklarını onlardan yana kullanmasından ileri geliyordu.” (Age, s.11)

Bu desteğe karşın işgalci Yunan Ordusu’nun moralinin iyi olmadığını ifade etmekten de geri durmaz.

“Buna karşılık Yunan Ordusu’nun moral durumu, Kemalistlerin coşkun fikirlerinin yanında çok düşüktü.” (Age, s.11)

 

Emperyalistler Taşnakları Ankara Hükümeti’ne Karşı Kışkırttı

Sovyet Generali Frunze, Emperyalist Antant’ın Batı Anadolu’daki Yunanlılardan başka Doğuda da Ermeni Taşnakları Ankara Hükümeti’ne karşı harekete geçirdiğini yazar.

“Yeni Türk Hükümeti’nin karşısına Yunanlılardan başka bir de Doğu sınırında savaş çıkartılmıştı. Orada Ermenistan Taşnakları vardı ve Yunanlılarla birlikte Türkiye’de ve Kafkasya’da Antant’ın silahlarıyla beslenerek savaşıyorlardı.” (Age, s.9-10)

Batılı emperyalistler, çıkarlarına ters düşen, parçalamak istedikleri ülkelere karşı ellerine silah verebilecekleri her gücü kullanmaktan geri durmadıklarını 1920’lerde de Türkiye’de yaşananlarla da ortaya koymuşlardı. O dönem Türkiye’sindeki gelişmelerden de anlaşılacağı gibi emperyalizme dayanılarak yürütülen savaşların -iç savaşlar dahil- ulusal kurtuluş, bağımsızlık mücadelesi sayılamayacağı çok açıktı. Bu sonuç Frunze’nin yukarıdaki değerlendirmesiyle de ortaya çıkmaktadır.

Emperyalistlerin desteklediği Ermeni Taşnak güçleriyle Türkiye Hükümeti arasındaki savaşın sonucu ve sonrası hakkında Frunze’nin yazdıkları dikkat çekici.

“Ermenilerle savaş çok çabuk olup bitti ve Türkler için tam bir başarıyla sonuçlandı. Ermeni-Taşnak orduları 1920 yılında indirilen son bir darbeyle dağıldılar ve bilindiği gibi devrimle kurulan Sovyet Ermenistan Cumhuriyeti’ne geldiler.” (Age, s.10)

Bu gelişmeden sonra Sovyetler Birliği’nin aracılığıyla Ankara Hükümeti’yle Sovyet Ermenistan’ı arasında 13 Ekim 1921’de imzalanan Kars Antlaşmasıyla barış sağlandı ve böylece Türkiye’nin doğu sınırı kesinleşmiş oldu.

Bu antlaşmanın sağladığı iki gerçekten biri; emperyalistlerin Birinci Paylaşım Savaşından beri iki halk (Türkler-Ermeniler) arasında çıkarttıkları savaşın sosyalistlerin katkılarıyla barışla sonuçlanması, diğeri de Ermeni sorununun bir süreliğine de olsa sona ermesidir.

Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tekrar ateşlenen Ermeni meselesinin Birinci Paylaşım Savaşı sırasında kimler tarafından tahrik edildiğini, Ermeni milliyetçilerinin hayallerini ve dökülen kanın yaratılan sorunda hiçbir sorumluluğu olmayan Anadolu halkının kanı olduğu gerçeğini Frunze şöyle anlatır:

“Bu ‘Bir denizden öteki denize değin Büyük Ermenistan’ gibi erişilmez hayali, Ermeni milliyetçiler grubuna aşılayan da Antant’tan başkası değildi. İşte bu boş ve aptalca hayal yüzünden yüz binlerce Ermeni köylüsü, komşuları Türk ve Kürtler tarafından topraklarından sökülüp atıldı. İşte Antant’la ilişkileri yüzünden üç yıldır Anadolu’nun dağ ve tarlalarında sel gibi kan akıtılıyor. Ve işin en kötü yanı da bunu hiçbir zaman olanların hesabı sorulmaması gereken kişiye ödetmeye çalışıyorlar.” (Age, s.98, abç)

Türkler ve Kürtler tarafından sona erdirilen “Büyük Ermenistan” hayali ve bu hayalin oluşturulmasında emperyalist devletlerin rolü hakkında Frunze’nin dipnot olarak açıklaması şöyle:

“Büyük Ermenistan: Amerika, eski Çarlık Rusya’sı ve Türkiye’deki Ermeni milliyetçilerinin kurdukları dernek, ‘Denizden denize Büyük Ermenistan’ın kurulması için çalışıyordu. Yani Batum ve Trabzon’dan İskenderun’a, Akdeniz kıyılarına değin uzanan bölgede bir devlet kurulmasını düşlüyorlar ve kendi planları için propagandalar yapıyorlardı. Yurtdışındaki Antant ve Çarlık Rusya’sı tarafından desteklenen bu maceraperestlerin ayrılma hevesleri Birinci Dünya Savaşı’yla Kurtuluş Savaşı sırasında, daha önce Türkiye’de barış içinde yaşayan Ermeni halkının tam olarak imhasına yol açtı…” (Age, 54 nolu dipnot)

 

Frunze’nin Ziyaretinin Siyasi Anlamı

Öncelikle bu ziyaret resmen Ukrayna SSC adına yapılmakla birlikte, Sovyet Rusya’nın ve diğer Sovyet Cumhuriyetlerinin Türkiye ile dostluk bağlarını güçlendirme amacını taşımaktaydı.

Frunze’nin ziyaretinden bir yıl kadar önce; TBMM ordusu Doğu cephesinde Menşevik – milliyetçi Ermeni güçlerine, Batı cephesinde Yunan Ordusuna karşı verilen İnönü savaşlarını kazanmakla kalmamış içerideki gerici isyanları bastırmış ve Fransız kuvvetlerini yenilgiye uğratmıştı. Bu arada TBMM Hükümeti 16 Mart 1921’de Sovyet yönetimiyle Moskova, 13 Ekim 1921’de bu antlaşma doğrultusunda Gürcistan-Azerbaycan-Ermenistan ile Kars ve 20 Ekim 1921 tarihinde de Fransa ile Ankara Antlaşmasını imzalanmıştı.

Sovyet hükümeti bu ziyareti gündeme getirerek, İngiltere destekli Yunan güçlerinin Sakarya’nın kuzeyinde Ankara’ya doğru ilerlediği bir dönemde, TBMM Hükümetinin yanında olduğu mesajını vermek istiyordu. Ayrıca Frunze, yeni Türkiye yönetimini yakından görmeyi, Türk ordusunun durumunu anlamayı amaçlıyordu. Bütün bunların dışında Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşmasıyla ilgili ayrıntılı bilgi edinmekle de görevlendirilmişti. Çünkü Fransızlarla Ankara Antlaşmasının yapılmasından sonra Türkiye’nin Batılı devletlerle birlik olmaya, Sovyetlere karşı tavır almaya başladığı yönünde iddialar ortaya atılmaktaydı.

Frunze, 13 Aralık 1921 günü Ankara’da büyük bir törenle karşılandı. 19 Aralık’ta güven mektubunu Mustafa Kemal’e sunan Kızıl Ordu Komutanı bir gün sonra TBMM kürsüsünden milletvekillerine seslendi. Aynı gün Mustafa Kemal, Tüm Rus ve Bağlaşık Devletler Sovyetleri Kongresi Başkanı Kalinin’e ve Ukrayna Sovyetleri Kongresi Başkanı Petrovski’ye çektiği telgrafta Frunze’nin konuşmasından milletvekillerinin duyduğu memnuniyeti dile getirir.  Mustafa Kemal telgrafının devamında, bu önemli komutanın Ankara ziyaretinin Sakarya zaferinden önce düşmanların Türkiye’nin kesin olarak yenileceği günlerin yakın olduğunu ilan ettikleri bir dönemde açıklanmasını “… bu günün ilişkilerinde en çok önem taşıyan bağlılık ve içtenliğin en güçlü kanıtı olarak” sayıldığını ve “Millet Meclisince özellikle bir hoşnutluk nedeni” olarak görüldüğünü ifade eder. (Stefanos Yerasimov, Kurtuluş Savaşı’nda Türk-Sovyet İlişkileri 1917-1923, Belge: 150, s.422, Boyut Kitapları, 2. Basım)

Ankara’da üst düzey kabul gören Ukrayna-Sovyet heyeti ile Türk heyeti arasındaki görüşmeler 25 Aralık 1921’de başladı. 30 Aralık günü Dışişleri Bakanlığı’nda Frunze onuruna verilen ziyafette Mustafa Kemal Paşa bir konuşma yaptı. Bu konuşma üzerine Frunze ayağa kalkarak yüksek sesle Türk halkı, ordusu ve Mustafa Kemal Paşa lehine tezahüratta bulunur. Buna karşılık vermek üzere Mustafa Kemal ayağa kalkarak Rus halkı, Rus Şuralar Hükümeti ve Frunze’yi onure edecek şekilde cevap verir. Ayrıca bu coşkulu yemekte çalınan İstiklal Marşı’nın her mısrası Rusçaya tercüme edilir ve alkışlanır.

2 Ocak 1922 günü iki heyet arasında imzalanan “Dostluk ve Kardeşlik Anlaşması”nın esasını 16 Mart 1921 Moskova Antlaşması oluşturur. Bu antlaşmanın birinci maddesinde yer alan şu ifadeler günümüz politik ortamı için de önemini korumaktadır:

“Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Türkiye ile ilgili olup, Türkiye Milli Hükümetince ve bugünkü Büyük Millet Meclisince kabul edilmemiş hiçbir uluslararası anlaşmanın tanınmamasını kabul eder. Bu anlaşmada, Türkiye kavramından, 28 Ocak 1336 (1920) tarihli Misak-ı Milli sınırlarına giren topraklar anlaşılır…” (Stefanos Yerasimov, s.431-432)

Görüldüğü gibi TBMM Hükümeti’nin yanı sıra Sovyetler de Mondros ve Sevr Antlaşması gibi antlaşmaları kabul etmemektedirler. Bundan başka “16 Mart 1921’de imzalanmış olan Rus-Türk Dostluk ve Kardeşlik Anlaşmasınca saptanmış ve bu anlaşmanın ekini oluşturan Türkiye sınır çizgilerini aynen kabul” ederek Türkiye’nin doğu sınırları tanınır.

Ayrıca bu anlaşmayla Kars Konferansında bir yandan Türkiye ve öte yandan Kafkas Sovyet Cumhuriyetleri (Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan) arasında imzalanan tüm anlaşmaların hükümlerinin aynen kabul edildiği deklere edilir. (Age, s. 432)

Bu ziyaret boyunca Mustafa Kemal Paşa, Frunze ile birkaç sefer özel görüşme yapar. Görüşmelerde Türkiye’nin askeri sorunları, Rusya’nın Türkiye’ye maddi yardımları, Doğu Sorunu, Rusya’daki İttihatçılar (Enver Paşa) ve Türk-Fransız Antlaşması gibi konular ele alınır.

Frunze, Türkiye’deki görevini tamamladıktan sonra, 5 Ocak 1922 günü Ankara’dan ayrılır ve 14 Ocak 1922’de Samsun limanından Batum’a hareket eder. Hava koşulları nedeniyle Trabzon limanından 16 Ocak’ta ayrılmak durumunda kalan Frunze ülkesine döndükten sonra Sovyet Halk Komiserliği ve Ukrayna Merkez Yürütme Komitesi’nin birleşik oturumunda Ankara ziyaretiyle ilgili bir rapor sunar. Bu raporunda Türkiye’nin Fransa ile yaptığı antlaşmanın Sovyetler için bir sorun yaratmayacağını, Türkiye ile kurulmaya başlanan dostluğu gölgelemeyeceğini belirten Frunze, emperyalist devletlerin ve bölgedeki uzantılarının Sovyetlerle Türkiye’nin arasını bozamaya yönelik çabalarından söz eder.

“… Türk topraklarında ve dışındaki, kısmen de bizim topraklarımızdaki pek çok unsurlar Sovyet Devleti’yle Anadolu Türkiye’si arasındaki dostluğun kopmasıyla çok yakından ilgileniyorlardı. Bu unsurların içinde çok sayıda beyaz ordu mensupları,…, Menşevikler, Ermeni Taşnak-Süyun mensupları gibi kişiler vardı… bütün bu kişiler var güçleriyle aramızdaki dostluk ilişkilerini koparmaya ve ellerinden gelse Türkiye’yle aramızda bir savaş çıkarmaya uğraşıyorlardı. Şunu da belirtmek gerekir ki, Antant tarafından desteklenen kışkırtmaların sonucuydu bu.” (Frunze’nin Türkiye Anıları, s.108)

Bu kışkırtmaların etkisiyle iki tarafta da oluşan kuşkuların dağılmasında ziyaretin önemli bir rol oynadığını belirten Kızıl Ordu Komutanı Sovyet Cumhuriyetlerinin “Batı Avrupa ve Amerika’nın esareti altında bulunan doğu ülkelerindeki ulusal demokratik hareketlere daima kendi sorunları doğrultusunda yardımcı” olduklarının altını çizerek Anadolu’daki hareketin de “ulusal demokratik (bir) hareket” olduğunu dile getirir. (Age, s.108-110, abç)

Frunze raporunu Türk halkının yöneticilerinin Sovyetlere karşı dostluk ve kardeşlik duyguları beslediklerini ifade ederek bitirir.

Frunze’yle yapılan görüşmelerin ve antlaşmanın da etkisiyle Mustafa Kemal 4 Ocak 1922’de Lenin’e bir mektup gönderir. Bu mektubunda dostluk ve kardeşlik duygularını ifade eden Mustafa Kemal şöyle der: “Türkiye Rusya’ya, bilhassa son birkaç ayın Rusya’sına Batı Avrupa’ya olduğundan çok daha yakındır. Memleketlerimiz arasında bir diğer ve daha mühim benzerlik, bizim kapitalizm ve emperyalizme karşı mücadelemizde yatmaktadır. Sizi temin ederim ki, Sovyet Rusya’ya karşı doğrudan veya dolaylı olarak asla hiçbir anlaşmaya ve ittifaka dahil olmayacağız.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.12, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2003, s.209-211, abç)

Diğer yandan Frunze’nin Ankara ziyareti emperyalist kampın lideri İngiltere’de de yankı yaptı ve Curzon İtilaf Devletlerini 22 Mart 1922’de Paris’te topladı. Bu toplantıda İtilafçılar bölgenin “güvenliği ve barışın sağlanması” için Türkiye’nin Bolşeviklerden uzaklaştırılması gerektiğini kabul ederler. Savaşı yaratan İtilafçılar bunun yolunun Yunanlılarla ve Türkleri barıştırmaktan geçtiğini ve iki tarafın da barış girişimleri için hazır olduğunu düşünüyorlardı. Özellikle Sakarya zaferinden sonra Yunanlıların güç duruma düşmesi, zamanın Türkiye’nin lehine işlemeye başlaması da emperyalist devletleri harekete geçmeye zorlamıştı.

İtilaf (diğer bir ifadeyle Antant) Devletleri Türk ve Yunan hükümetlerine yönelik önce bir ateşkes önerisinde bulunmakta anlaştılar. Bu öneriyi ekonomik ve askeri sorunlar yaşamaya başlayan Yunan hükümeti küçük itirazlar dışında hemen kabul etti. Mustafa Kemal teklifi alır almaz bir kopyasını Sovyet elçisi Aralov’a ulaştırdı ve öneriyi doğrudan reddetmeyi uygun görmedi. TBMM Hükümeti ateşkesi ilkesel olarak kabul etti ama karşı öneriler sunmaktan da geri kalmadı. Birinci koşul olarak Anadolu’nun yabancı kuvvetler tarafından boşaltılmasını öne sürdü. Ankara’nın bu yanıtı İtilaf devletlerini memnun etmedi.

Mustafa Kemal son bir gayretle İtilaf Devletlerini ikna edebilmek için Temmuz ayında Ali Fethi Bey’i Avrupa’ya gönderdi. Fethi Bey Türk önerisini dolaylı yollardan İngiliz Hükümetine iletti fakat önerisi kabul görmediği gibi kendisine artık Londra’da kalamayacağı bildirildi (19 Ağustos 1922). Bu gelişme üzerine Fethi Bey, İngiliz istihbaratınca ele geçirilen, Ankara’ya gönderdiği telgrafında “İngiliz başbakanı ve dışişleri bakanının Türk yurdunun bağımsızlığını engellemeye çalıştığı”nı belirtilir. (Bülent Gökay, Bolşevizm İle Emperyalizm Arasında Türkiye 1918-1923, s.168, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1997)

Böylece İtilafçıların Ankara ile Moskova’nın arasına bıçak sokma manevraları tutmamıştı. Türklerin ateşkes için Anadolu’nun boşaltılmasını şart koşmaları İngiliz hükümetini çok kızdırdı. L. George, 26 Ağustos taarruzundan 22 gün önce 4 Ağustos 1922’de Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada Yunanlıları “savaşı var güçleriyle sürdürme”leri yönünde kışkırttı. L. George, “Yunanlıların tutabilecekleri bir tek yol vardır” dedikten sonra şunları söylüyordu: “ki o da, neredeyse aşılmaz geçitlerden geçerek ülkenin yüzlerce mil içlerine yürümektir…” (Age, s.168)

İtilaf devletlerinden ateşkes teklifi geldiği sıralarda Mustafa Kemal Batı cephesini teftiş etmekteydi. Hatta bu günlerde, 27 Mart 1922’de, Sovyet Büyükelçisi Aralov ile Azerbaycan temsilcisi Abilov Mustafa Kemal’in daveti üzerine Ankara’dan cepheye doğru yola çıkarlar. Aralov anılarında Sivrihisar’da yaptıkları görüşmede Mustafa Kemal ve İsmet Paşa’nın Batılı devletlerin ateşkes teklifini olumsuz bulduklarını yazar.

“Konuşmamız, batılı devletlerin teklif ettiği silah bırakışması üzerine oldu. Paşaların ikisi de teklif edilen şartları çok olumsuz karşıladılar.” (S. İ. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları -1, s.104, Yenigün Haber Ajansı… A.Ş. 1997)

Bu durum karşısında Türkiye’nin bağımsızlığı için tek bir yol olduğu bir kez daha kanıtlanmıştı; halkın yeniden silahlara başvurması…

svyt1

31 Mart 1922’de Afyonkarahisar’da Mustafa Kemal Paşa Sovyet Rusya heyetiyle. Soldan sağa; Batı Cephesi Komutanlığı Kurmay Başkanı Asım Gündüz, Batı Cephesi Komutanı Tümgeneral İsmet İnönü, Sovyet Rusya temsilcisi Zvonarev, Sovyet Rusya büyükelçisi S. İ. Aralov, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti temsilcisi İbrahim Abilov ve Birinci Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa.

 

Sonuç

1920’lerin zor koşullarında Sovyetlerle kurulan dostluk köprüsü çok anlamlıdır. Çünkü Türk-Rus ilişkileri tarihi boyunca ilk kez silah zoru olmadan bu iki ulus arasında antlaşma(lar) yapılıyordu. Bu antlaşmalar -başta Moskova, Kars Antlaşmaları olmak üzere- her türlü sömürüye, tahakküme, baskıya karşı biçimde düzenlendiler ve Türkiye’nin doğu sınırlarının çizilmesi bakımından önemlidirler. Frunze de bu olumlu gelişmeye katkı koyan bir devrimcidir.

Rusya ile Kafkasya, Enver Paşa gibi konulara ve Batılı devletlerin yarattığı sorunlara karşın bu dostluğu-dayanışmayı geliştirme sürecinin devam etmesi önemliydi. Bu olumlu ve doğru yönde gelişen süreç İkinci Paylaşım Savaşı’na giderken sarsılmaya başladı ve savaşın sonunda da yıkıldı. Sovyetlerle Türkiye arasındaki dostluğun yıkılması en fazla Batı emperyalizminin işine yaradı ve sonuçta ülkemiz emperyalizminin tahakkümü altına sokuldu.

Günümüze gelince; ne sosyalist bir Rusya ne de bizde bağımsızlıkçı bir iktidar var… Bir tarafta yayılmacı amaçlara sahip bir Rus yönetimi, diğer tarafta Batı emperyalizminin yönlendirdiği gerici bir AKP iktidarı. Ama her şeye rağmen tarihin bu sayfalarından ders çıkarmasını bilenlerin çoğalması için çalışmak önemli.

 

*Bu yazı 1996’da Düşün Yayıncılık tarafından yayınlanan “Frunze’nin Türkiye Anıları” adlı kitabı temel alınarak hazırlandı.

**Antant devletleri: Birinci Paylaşım Savaşı’nın galipleri olan İngiltere ve Fransa’nın oluşturduğu ittifak. Ekim devriminden önce Rusya’nın da içinde yer aldığı bu ittifaka savaş içinde İtalya da dâhil oldu. Bu ittifak İtilaf Devletleri şeklinde de adlandırılır.

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir