Sözün Bittiği Yer-Mehmet Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Eleştiriyorsan tehlikesin, en sağdan en sola kadar hepsinin ortak noktası düşünceye karşı olmaktır.

 Kitle lider, lider biat, biat teslimiyet, teslimiyet cehalet ister. Sonuçta başladığın yere, cahil kitleye dönersin.
Bu fasit daireyi kırmak istersen içindeki herkesle kavgalı olursun. Göze alıp almamak size kalmış. Ama iyi tarafları da var. Herkese çatabilirsin, sırtında yumurta küfesi yok. Ayrıca çıkmazlarda çırpınanlardan daha ümitli olabilirsin. Temiz bir başlangıç şansına sahipsin.

Sözün Bittiği Yer

1.
AÇIK POLİTİKA – MEŞRU ZEMİN
(1) Şart mıdır?
(2) Mümkün müdür?
Açık politikayla ilgili ilk soruyla başlayalım. Bu elbette ki şarttır. Ne istediğinizi açıkça söylemeli ve dürüstçe gereğini yerine getirmeye çalışmalısınız. Her ne kadar politik âlem gizli pazarlıklarla yürütülen siyasi ve ekonomik rezilliklerle doluysa da, açıklıktan vazgeçememeli.
Peki, açık politika mümkün müdür? Elcevap: mümkündür ve az da olsa vardır. Çoğalabilir ve çoğalmalıdır.
Gelelim meşru zemine,
Meşru zemin de doğru siyasetin ön koşullarından birisidir ama bu zeminde durmayan siyasi güçler herkesi bataklığa çekmeye çalışıyor.
Gezi direnişleri gösterdi. Siz meşru zeminde kaldıkça karşı taraf sinirleniyor. Sizi meşru zeminin dışına sürmek (belki çekmek daha doğru bir terim) istiyorlar. Önce direnişin kendisini gayrımeşru göstermeyi denediler, dünyanın gözünde kendileri gayrımeşru duruma düştüler. Bunun üzerine her türlü provokasyonu, yalanla karalamayı denediler. Basından, sosyal medyadan destekli komplolar birbirini izledi. Uyuşturucu, para, fuhuş, içki vs. tuzakları kurdular. Sözde Meksika’dan ödenmiş pizzalar, ilaç kutularına konmuş fare zehiri ve tehlikeli ilaçlar bile gönderdiler. Amaçları ölüme neden olup direnişçilerin üzerine yıkmaktı. Yalanlar tutmayınca ortaya palalı adamlar çıktı. Amaç şiddete itip büyük operasyon yapmaktı. Yapamadılar. Şimdi başka türlü komplolara geçtiler. Dava oluşturmaya çalışıyorlar. Tiyatroda prova etmişler, bilmem nerede örgütlemişler gibi kargaların güleceği şeyler söylediler.
Bu kadar çok şeyin gayrimeşru olduğu bir ülkede meşru politika gerçekten zor. Seçimlerden rant paylaşımına, öğrenci seçmelerinden memur atamalarına kadar her şeyde hem usulsüzlük hem de yolsuzluk ve hırsızlık yapılıyor. Basının büyük bir çoğunluğu yalan akıtıyor. En kötüsü adalet sistemi komplolara alet ediliyor. Herkesi pisliğe ortak kılmak istiyorlar ki yağma devam etsin.
Ne olursa olsun, en büyük gücümüz her zaman meşru zemini korumak olmalı. Burada kaya gibi durmalı ve çarpan dalgaları püskürtmeliyiz. Gezi direnişi bu konuda muazzam bir deney sağladı.
Bu arada sinirlerine hakim olan gençleri de kutluyorum. Palalıları bir anda duman edebilirlerdi ama bu tam da komplonun kendisiydi zaten. Zamanı gelince “meşru zeminde” ne yapacaklarını bilirler. Ona da güvenmek gerekir.

2.
MEŞRU ZEMİN NEDİR?
Meşru zemin’den söz ederken önce neyin, ne karşısında meşruiyetini tartıştığımızı belirtmek gerekir. Meşruiyet içte ve dışta, barışta ve savaşta, hukuk veya vicdan karşısında farklı olabilir. Politikadan söz ediyorsak, genel hususlar şunlardır:
1. Amaçların haklılığı konusunda genel kabul olmalı,
2. Yöntemler insanların çoğunu rencide etmemeli,
3. Ahlaki ölçülere belli bir uyum gösterilmelidir.
Hem iktidar hem de muhalefet için geçerli olan bu üç hususun mutlak olmadığı anlaşılmalıdır. Gayrımeşru politikalar kalıcı olabilir. Meşru olmayan bir iktidarın baskıcı yöntemlerle iktidarda kaldığı, ya da meşru bir yönetimin güçle devrildiği nadirattan değildir.
Öte yandan, koşullara daha fazla bağlı olduğu düşünülebilecek bazı hususlar vardır. Örneğin; bir hukuk devletinde belli kurallara uymamak meşruluğu derhal yok ederken demokrasi geleneği olmayan bir başka ülkede binlerce ciddi ihlal bile çoğunluğun gözünde bir meşruiyet krizi yaratmaz. Ya da yaratsa bile, bunun kısa vadede bir sonucu olmaz.
Bunlar bir yana,
Bizimki gibi demokrasinin büyük bir ikiyüzlülük olduğu ülkelerde her gün öyle şeyler olur ki, bunların binde biri bile bir hukuk devletinde hükümeti bir saat içerisinde istifaya mecbur bırakır. (Batılıların ikiyüzlülüğü, başka ülkelerde yaptıkları rezillikleri  görmezden gelirken, kendi aralarında bazı kuralsızlıklara -açığa çıktığı taktirde- tahammül göstermemeleridir..)
Düşünün, her gün binlerce yurttaşını döven, on binlerce yalanı açığa çıkmış, yurttaşlarına her an komplo kuran, her işi kural dışı iktidarlar altında ömrümüz geçti.
Burada meşru zeminin bir başka kıstası ortaya çıkar:
Kamuoyunun vicdanlı olması, iktidarın meşru olmayan tasarruflarına izin vermeyecek bir direnme göstermesi gerekir. Kamuoyunun bir bölümü vicdanını satmışsa meşruiyet bir teferruattan ibaret kalır. Gezi direnişlerinin devamı Türk kamuoyunun tümü açısından bir sınavdır. Vicdanlı kesim meşruiyet ve hukuk talep edenleri destekleyecek kadar büyük müdür, yoksa küçük çıkarlara ve baskıya teslim olanlar galebe çalacak mıdır?

3.
BİRLİK SORUNUNU DOĞRU ANLAMAK GEREKİR
Bu sorun çok uzun süre yanlış anlaşıldı, o kadar ki, yanlışların başlangıcını bile hatırlamıyoruz.
Birlik meselesi bağımsız ve demokratik hukuk devletini talep eden tüm halk güçlerinin mücadele birliği olarak ele alınmalıdır. Hukuk şimdi bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin temel bir alanı haline gelmiştir ama aynı zamanda yeni bir hukukun yeni bir toplum anlayışının temellerinden birisi olduğu ortaya çıkmıştır. “Biz yaptık, oldu” derseniz, yaptığınız şey kısa sürede çöküyor. Hukukunu da başından düşünmeniz, buna uymanız gerekir. İstediğimiz, kamu haklarını koruyan, aynı zamanda kamu hakları ile kişi hakları arasındaki dengeleri gözeten bir hukuktur. Mücadele anlayışımız da buna göre yeniden şekillenmelidir.
Bunun anlaşılmasının yüz küsur yıl alması insanlığın uzun tarihinde fazla bir süre değildir. Her ders çok büyük bedellerle geliyor. (Amerikalılar kuruluş sürecinde anayasa ve birlik sorununu yirmi yıl tartıştılar, bildikleri varmış demek ki. Buna rağmen altmış yıl sonra birlik için devasa bir iç savaş yapmak zorunda kaldılar.)
Esas alan büyük kitlelerin olduğu yerler ve kurumlardır. Haziran direnişinin sunduğu ipuçları iyi değerlendirilmelidir. Hem direnenlerin birliği açısından, hem de eski grupçukların forumları nasıl sabote ettiğinin anlaşılması bakımından.
Halbuki, birlik meselesini kimsenin takmadığı, hatta halkın adını bile duymadığı grupların, grupçukların birleştirilmesi olarak algılayanlar hala epey çok. Bir dönem aylar, yıllar süren pazarlıklar sadece yeni çatlaklara yol açtı. Örneğin, malum marjinal parti de böyle ölü doğdu. Uzaktan izledik. Toplumsal muhalefetin kıyısında köşesinde de olsa, iyi niyetli kişilerin beyhude gayretine ve umutlarına üzüldük. Yapılacak hiçbir şey yoktu.
Mücadele bir kez ivme kazanmaya başlayınca, art niyetle gelen grupçuklar değil, ona sahip çıkan geniş kesimler göz önüne alınarak birleştirilebilir; liderlik ve kurumsallaşma böyle ortaya çıkar. Bağımsızlık yanlısı toplumsal güçler var olan bazı kurumlara bu mücadeleye destek olacak nitelikler kazandırabilecekleri gibi, yenilerini de oluşturabilirler. Muhtemelen her ikisi de olacak. (Ne var ki bunun süresi şimdi kritik hale geliyor.)
Öte yandan,
Birlik meselesinin doğru kavranması bunun çözülebileceği anlamına gelmez. Bunun birçok ön koşulu daha var.

4.
Büyük bir yanılgı içinde olanları uyaralım:
SINIRLARIN DEĞİŞTİRİLMESİ DAİMA KOMŞULARIN ÖLDÜRÜLMESİ VE SÜRÜLMESİYLE BİRLİKTE YÜRÜTÜLMÜŞTÜR. Bütün dünyada öyledir ama yakın bölgemizde, (Çekler ile Slovakların önce birleştirilip sonra ayrılmasını hariç tutarsak) Habsburg, Romanov ve Osmanlı miraslarının dağıtılmasında daha yoğun yaşanmaktadır.
Son yıllarda,
Balkanların yeniden yapılandırılması için eski Yugoslavya’da yüz binler öldü.
İsrail kurulduğundan beri dört savaş, dört Lübnan istilası ve sayısız çatışmada ölenlerin ve sürülen Filistinlilerin sayısı ancak altı, hatta yedi haneli rakamlarla ölçülebilir.
Ermenistan için Karabağ Azerileri feda edildi.
Irak’ta 1.5 milyon insan öldürüldükten sonra Kürtlere yeni alan açmak için Suriye’de öldürülenler 100 bini aştı, Türkiye’de şimdilik (nasıl sayılacağına bağlı olarak) 40-45 bin + ölü, sayısız sakat yurttaşımız ve yüz binlerce iç göç var.
Yukarıda değinilen bölgelerde toplam mülteci sayısının kaç milyon olduğunu hesaplamak olanaksız. Sadece Suriye’den bize yarım milyon geldi. Lübnan ve Ürdün nüfusunun önemli bölümü elli küsur yıldır mülteci.
Şimdi Irak ve Suriye’nin parçalanması ile tekrar oluk gibi kan akıtılması planlanıyor. Türkiye de bu işin içinde çekilmiş durumda. Yeteneksiz ve hırslı liderler bu bataklığı derinleştirdi, yani bir kan deryasından çıkış yolları kapandı. Tuzakları algılamadıkları gibi, algılayanları da tasfiye etmeleri tuzağı kuranlarla işbirliği içinde olduklarının ispatıdır.
Parklar, yağma, doğa katliamları, hayatıma dokunma, bunlar çok önemli ama şimdi hepsi ikinci planda.
ÖNCE HAYATTA KALMAK İÇİN MÜCADELE EDECEĞİZ.
ÖZGÜRLÜKLERİN VE PARKLARIN NE OLACAĞI bu temel mücadelenin sonucuna göre belirlenecek. Ya özgürlüklerle birlikte hep beraber çıkacağız, ya da özgürlüklerle birlikte uzun bir Karanlık Çağ’a yuvarlanacağız.
Hayal kurmayın. Bunlar daha iyi günlerimiz.

5
2500 YILLIK HESAPLAR
1000 yıllık, 500 yıllık, 100 ve 50 yıllık hesaplarla birlikte görülmeye çalışılıyor…
İşler karışıp etrafı toz duman sarınca herkes kendi intikamının peşinde.
Adalet mekanizması çürümüş ve devlet otoritesi Yeni Osmanlıcılık pazarlığıyla kazık yiyip (Saddam’ın İran ve Kuveyt için yemlenip aldatılmasına benziyor) ülkenin bir kısmından çekilmişken artık doğru dürüst bir yönetimden söz edilemez. Şiddete ve komploya dayanan -ne o, ne bu- otorite meşru sayılmaz.
Bu durumda,
görülmeye çalışan en eski hesap bu topraklardaki 2500 yıllık Helen–2000 yıllık Roma–1800 yıllık Roma-Helen Bizans geleneğinin, yani batı geleneğinin tasfiyesidir. Bu Doğu-batı ikileminin sayısız tezahürlerinden birisidir. Anadolu’nun Şark-İslam geleneğiyle yoğrulmuş halklarının bir kısmı bu toprakların diğer daha köklü geleneğini ve bunun batılı hayat tarzı olarak yansıyan görüntüsünü ortadan kaldırmak istiyor. Üstelik bunu batı kapitalizmine kölelik ederek, İslamiyet’i ayaklar altına alarak yapıyorlar.
1800–800 yıllık hesap, tarihi Pauliken, Rafızi, Babai, Alevi-Türkmen geleneğini sürdüren kesimlerin Sünni Türk-Kürt-Arap gericiliğinin saldırısı altında olmasıdır.
800–100 yıllık hesap Anadolu’dan tasfiye edilmiş Hıristiyan halkların şimdi Cumhuriyet’ten intikam hesaplarının emperyalizmin bölge politikalarıyla çakıştırılarak öne çıkarılmasıdır.
100 yıllık hesap Cumhuriyet ile ayrıcalıklarını yitiren cemaatlerin intikamcılığı ve ortaya çıkmakta geç kalmış Kürt milliyetçiliğinin arayı kapatma çabalarıdır ki, bunlar da emperyalist politikalarla çakışmaktadır. Bunlar ayrıca 700 yıllık bürokrasi geleneğiyle de hesaplaşma içerisindeler.
50–60 yıllık hesaplar, NATO egemenliğinde kendi halkına saldırmış sivil-askeri bürokrasinin içerisindeki tasfiyelerle, daha gerici yeni bir ekibin devlete yerleştirilmesidir. Kimi şaşkın, kimi satılmış (çoğu halde ikisi birden) liboşlar bu tasfiyelerle gelen daha gerici ekibi demokrasi getirdi diye alkışlayıp bağımsızlıkçı sola küfrediyorlar.
Bu hesaplarda haklı haksız konusuna değinmedik. Sadece görünenin arka planındakine baktık.
Ortaya çıkan karmaşıklık bizim eksik akıllılarımız tarafından yönetilemez. Bunu ancak emperyalist bir akıl yönetebilir ki, zaten olan da bundan ibaret. Uyanık işbirlikçiler bizim şaşkın solcularımızı parmaklarında oynatıyor.
Kolektif akıl deyip duruyoruz. İşte tüm bunlara karşı doğru politikalar üretecek ve yürütecek bir kolektif akıl teşekkül edemediği, her yolla engellendiği için bu haldeyiz. Bakalım 90’lar nesli bunu aşabilecek mi?

6
ZORDUR HERKESLE KAVGALI OLMAK
Bazılarıyla her konuda, diğerleriyle belli konularda anlaşamıyorsan…
Şayet birilerinin etrafına sığınmıyorsan, biat etmiyorsan, zordur işin gerçekten. Sevmez seni “büyüklerine” biat edenler.
Milliyetçiliklerini solculuk perdesi altına gizlemeye çalışanlar özellikle nefret eder senden, her türlü ayırımcılığa, alt kimliğe karşı olduğun için. Onlara düşman gerek ki toplasınlar peşlerine akıl fukaralarını, ilkel hırslarıyla düşmanlık ederek başkalarına. Bölsünler ikiye, dörde, sekize ve yok etsinler direnme olanaklarını. Sadece insan ve yurttaş olmayı asla kabul etmezler, bu aykırıdır varlık nedenlerine. Üzüm yemek değildir dertleri, kriz olsun ki bağcıyı dövmek için fırsat çıksın. Öte yanda, halkların özgürlüğü diye diye, halklar için yeni cendereler hazırlanır, çünkü milliyetçilikte bundan başka yol yoktur, azınlıktaki olsun, çoğunluktaki olsun. Onların özgürlüğü liderlerine teslimiyet özgürlüğüdür.
Bağımsızlık istiyorsan faşist diye yaygara yapar sağcısı ve solcusu liberallerin, en seviyesiz küfürleriyle. Bunlar emperyalizme hizmet ettiklerini böyle sakladıklarını sanırlar.
Temel haklar, hukuk devleti dersen hepsi korkuya kapılır içinden. Ayrıcalıklarımızı badem edebilirler diye. Sadece kendilerine isterler, Sam Amcaları şımarttıkça.
Siyasetin hangi teslimiyetçi cenahını eleştirirsen seni diğer tarafa koyar. Onlardan olmaman yeter, kimseden olmadığını bilseler de. Aslında diğer teslimiyetçilerden olmanı tercih eder de bağımsız olandan korkar.
Yıkma telaşına kapılmış olanlar da hiç istemez, yıkılanın yerine ne konacağının tartışılmasını. Genel geçer laflarla geçiştir konuları, bağır çağır ama düşünme…
Eleştiriyorsan tehlikesin, en sağdan en sola kadar hepsinin ortak noktası düşünceye karşı olmaktır.
Kitle lider, lider biat, biat teslimiyet, teslimiyet cehalet ister. Sonuçta başladığın yere, cahil kitleye dönersin.
Bu fasit daireyi kırmak istersen içindeki herkesle kavgalı olursun. Göze alıp almamak size kalmış. Ama iyi tarafları da var. Herkese çatabilirsin, sırtında yumurta küfesi yok. Ayrıca çıkmazlarda çırpınanlardan daha ümitli olabilirsin. Temiz bir başlangıç şansına sahipsin.

7
Güvensizlik ve rantın örgütlenmesi:
(MERALARIN YAĞMALANMASI MÜNASEBETİYLE BİR DEĞERLENDİRME)
Türkiye ahalisi bugüne kadar en büyük krizde bile kendi köyünde, kendi bağı bahçesinde geçimlik üretimiyle bir şekilde ayakta kalmayı başarmıştı. Batı ülkelerindeki gibi bir anda sokakta kalmaz insanımız, aileden, mahalleden iyi kötü bir dayanışması vardır.
Şimdi bu durum hızla yok oluyor.
Evler, bahçeler, tarlalar hatta tüm köyler elden çıktığı gibi, şayet geri dönerse (normal koşullarda çoğunluğu dönmez gerçi) geçimlik üretim yapma şansı bile kalmıyor. Tarımın küçük köylünün elinden çıkarılmasına yönelik projeler birbiri ardına sahneye koyuluyor. Üretim büyük kapitalist işletmeciliğe yönlendirirken meraların çok hızla azalması da hayvancılığı en aza indiriyor.
Tarımın modernleşmesi ve köylülüğün tasfiyesi gelişmiş toplumları zenginleştirmiştir. Sanayi ve hizmetler çok daha fazla gelir ve vergi üretir. Batı ülkelerinde bu süreç yüzlerce yıl almış ve ancak 20. yy’ın ikinci yarısında tamamlanmıştır.
Ne var ki hiçbir ülke kendi meralarını yağmalamamıştır. Bunlar her ülkede adeta kutsal birer kamu alanı olarak korunur.
Biz, başka şeyler gibi tarımda değişim sürecini de iyi yönetemediğimiz için çok büyük bedeller ödedik (çarpık kentleşmenin yarattığı çirkin ve ranta dayanan siyaset tarzı en önemli örnektir), şimdi yeni faturalar geliyor.
Öncelikle, yüzde 20’lerde olan işsizliğin daha da artması beklenir.
Çarpık kentleşmeye uğramış kent ve kasabalarımız daha berbat hale gelecektir.
Kentlerde yaşayanlar fatura ve taksit ödeyen insan haline gelip borç altında ezilirken, mülksüzleşme de artıyor. Bir kısmı ufak rant paylaşımına katılırken (ki bunun ahlak bozucu etkileri toplumu çürütüyor) diğerleri kapitalizmin insafsızlığına terk ediliyor. Birinci kesim yağmayı örgütleyen partilerin oy deposu haline geliyor. Rant ekonomisi kendisini yeniden üretiyor. Fatura ve borçlanma ile sisteme bağlananlar da muhalefetten çekiniyor. (Haziran direnişi bunu biraz kırdı gibi ama bakalım nereye kadar sürer.) Güvensizlik sistemi tehdit etmiyor, tam tersine destekliyor. Sistem sadece rantı değil, mülksüzlüğü de örgütlüyor. Kent yoksulları rant hiyerarşisinin en altında, biraz da cemaat ianesi alarak siyasi gericiliğin tabanını oluşturuyor. Bu mutlak bir olgu değilse de, var olduğu kadarıyla, siyasi gericiliğe yetiyor.

Mehmet Tanju Akad

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir