Üç Tarz-ı Siyaset yazarı, Osmanlı münevveri Yusuf Akçura Kazan’dan anavatana gelmiş, kurmay subay iken sürgün edilmiş, Fransa’ya kaçıp siyasi bilgiler fakültesini bitirmiş, Temmuz İhtilali ile ülkeye dönmüş, savaşlar döneminde hizmetler yapmış, Cumhuriyet’in kuruluşuna katılmış bir büyük insanımızdır. Daha sonra Hukuk ve Dil Tarih fakültelerinde ders vermiş ve Tarih Kurumu Başkanlığı yapmıştır. Yani ülkemizi her yönüyle tanıyan bir kişidir. Bu nedenle gözlemlerine önem verilmelidir. Şöyle der:
“Hakikaten Türklerin nazariyat ve fikriyat ile uğraşıp yorulmaktansa, başkalarının nazari düşüncelerinden çıkan ameli neticeleri tatbik ile işi kolaylaştırmayı tercih ettiklerine delalet eden tarihi vakalar pek çoktur… Bahsetmekte olduğumuz sahada dahi aynı psikolojik durumun ortaya çıktığını görmekteyiz: Avrupa fikirlerinin esastan incelenip, o esaslara göre Osmanlı sosyal hayatının araştırılmasıyla elde olunacak asli netice düşünülmeksizin, yani nazariyat ve fikriyat vadisinde zihin yorulmaksızın, sathi bir şekilde öğrenilen bazı Avrupa fikirlerinin kararlaştırılmış bazı ameli neticeleri, Osmanlı sosyal hayatına, yukarıdan ve aşağıdan, yani hükümetin idaresini beğenmeyen münevverler tarafından tatbike kalkışıldı ki, bunun yukarıdan başlayanı “Tanzimat”, aşağıdan geleni “Yeni Osmanlılık” hareketi adını almıştır. Her iki hareket de iş ve düşünceden çok uzaktır, her iki hareketin fikriyatına dair ciddi eserler arayıp bulmak çok zordur.”
1928 yılında kaleme aldığı bu görüşler günümüz için de son derece geçerlidir. Diğerlerini bir kenara bırakalım, solcular da batıda üretilmiş fikirleri yüzeysel bir şekilde öğrenerek, Türkiye gerçeklerinin araştırılmasıyla elde edilecek sonuçlarını düşünmeden hayata geçirmeye kalktılar. Sonuç diz boyu rezillikten ibarettir. Sloganla idare edilmiş, tahliller hep yüzeysel kalmıştır. Bunda Türk siyasetindeki darbeci geleneğin de etkisi vardır. Yani, yukarıdan aşağıya işlerin düzeltilebileceği yanılgısı hep olmuştur. Tanzimat ile hız kazanan bu yukarıdan aşağı “düzeltmeci” gelenek Abdülaziz’e karşı yapılan darbeyle I. Meşrutiyet’i getirmiş, halkın sahip çıkmadığı bu girişim Meclis’in kapatılmasıyla sonuçlanmıştı. Sonra Temmuz İhtilali ve II. Meşrutiyet ile devam etmiş, Cumhuriyet döneminde de darbeler sürüp gitmiştir. Darbeciler her seferinde yeni bir anayasanın çözüm olduğunu düşünürken, solcular da başka çağlara ve toplumlara ait tartışılabilir Marksist ilkelerin uygulanmasıyla ilerleme sağlanacağını düşündüler. Kaldı ki, bunların ruhunu anladıkları da kuşkuludur. Ama hepsinin ortak yanılgısı ülkenin sosyo-kültürel seviyesinin nasıl bir yapıya izin vereceğini veya nelere izin vermeyeceğini görmemekti. Toplum istediğin gibi üzerinde oynayabileceğin bir malzeme değildir. Daha ilerici veya gerici anayasalar birbirini izlerken ileriye doğru atıldığı sanılan her adım, zorlanmaya çalışılan yasaların daha da dejenere olmasıyla sonuçlandı. Dolayısıyla hukuk sisteminin bütünü, hukukun ruhuna aykırı şekilde kullanılabilen göstermelik bir kabuk gibi kaldı. Eski anayasalar da raflarda birikti.
Sağcı ve solcu politikacıların yapmadığı ülke tahlillerine gelince, bunu batılılar en ince ayrıntısına kadar yapmışlar, kişiler düzeyinde envanter çıkarmışlar ve bunun sonucunda ülkemizi yönetenleri kontrol edecek sistemleri ve ilişkileri oluşturmuşlardır. Bu herkesi kontrol edebilecekleri anlamına gelmez elbette ama yeteri kadar gücü kontrol edip, edemediklerini de etkisiz kılmak için yollar bulmuşlardır. Yani, yeteri kadar denetimleri vardır. Hatta, Türkiye’deki solcuları (solcuları her eleştirdiğimde gocunanları düşünerek “bazı solcular” demem için zorlanıyorum) da baskıyla, ya da büyük bir kısmını yönlendirerek istedikleri yöne çekmeyi başardılar. Günümüz solcuları büyük kısmıyla liberal ve etnikçi politikaların peşine takılarak batılı güçlerin piyonluğunu yapmaktadır. Bir zamanlar bir miktar analiz çabası varken, günümüzde bu da iyice azaldı. Etnik kuyrukçuluk peşinde ülke tahlili mi yapılır? Koşullara bakmadan, literatürden işine geleni cımbızlayıp alanlarla birlikte mi olunur?
Sonuçta,
Ülkemiz sağında ve solunda, neyin mümkün olup neyin mümkün olmayacağı, neyin istenir olup neyin istenir olmayacağı, bunların bileşiminde hangi iyi ve kötü sonuçların çıkacağı konusunda muazzam bir cehalet ve cehalet arzusu vardır. Bilmeme arzusu güçlüdür çünkü konuların incelenmesi, zihinlere yerleştirilen politikaların yıkıcılığını gösterecektir. Bu nedenle ahalinin ve kendini ahalinin üzerinde sayanların büyük kısmı gözlerini sımsıkı yummuştur. Adeta uçuruma giden bir otobüste yolcuların gözlerini yumması gibi. Bürokratik vesayete karşı çıkıp yerine dini vesayet getirilmesine hizmet eden sözde solcular gibi. Cumhuriyet’e karşı çıkıp, kısmen var olan laikliğin değerini iyice ortadan kalktıktan sonra anlayanlar gibi. Ulusalcılık diye bir düşman icat edip etnik kavgalar cehennemine düşmenin yıkımını hala göremeyen aymazlar gibi. Muhafazakar kitlelerden, sanki onlar toplumda değişim istiyormuşçasına söz edenler gibi. Bu ülkeye sahip çıkıp ileri götürmek yerine yıkımına hizmet etmeyi iş sananlar gibi. Hukuku delmeyi marifet sayıp hukuksuz kalınca yananlar gibi. Bu kadar hata -en başta etraflı düşünmekten kaçınmak veya buna muktedir olmamak- cezasız kalmaz. Bu cezayı hepimiz çekiyoruz ve daha işin başındayız.
Mehmet Tanju Akad
Bir Yanıt
“Bir zamanlar bir miktar analiz çabası varken, günümüzde bu da iyice azaldı. Etnik kuyrukçuluk peşinde ülke tahlili mi yapılır? Koşullara bakmadan, literatürden işine geleni cımbızlayıp alanlarla birlikte mi olunur?…” yazını şah damarı budur.. Allah gani gani rahmet eylesin Yusuf Akçura’nın üç tarz-ı siyaset yazısını okuduğumda 1980’li yıllardı .Batıdan gelen taklitçi dilin yerine toprağın dilinin “çağın idrakı “ile üretilmesi gerektiği sonucuna varmış ve bunu için Tasavvufi praksis üzerindeki çalışmalara gayret ederken aynı kulvarda yola aldığımız bu malum solcu zevatla “yol ayrımı yaşadığımı” iliklerime kadar gördüm ve yaşadım….Tanju dost edebi konuşmuş… Kurukçu ,taklitçi ve devşirme “sokma akılla” üç adım zor gidilir….. baki selamlar…Not.Sokma aklın bu topraklarda anlayana hikayesi derinüdir….