Dünden Bugüne Aidiyet ve Siyaset
Siyasal yaşamda çok savrulmalar yaşayıp
gören Dünya ve Türkiye siyaseti, 12 Eylül faşist darbesi sonrasında, daha büyük savrulmalar ve kırılmalar yarattı. Siyaset yapma iddiasında olanlar ve bu iddiayla yola çıkanların bir kısmı, geçmiş aidiyetlerine atıfta bulunarak yeniden bir araya gelmeyi ve hiçbir şey değişmemiş gibi kaldıkları yerden devam etmeyi siyaset yapmak olarak algıladılar. Bir kısım ise yeni bir sürecin başladığını, koşulların değiştiğini savunarak ve geçmişteki ayrılıklar yerine ortaklaşılan değerlerin merkeze konularak bunun etrafında bir araya gelip siyaset yapılması gerektiğini savunarak yeni oluşumlar inşa ettiler.
Geçmiş dönemdeki 12 Eylül öncesi siyasi hareketlerin neyi ne kadar doğru yaptıkları yakın tarih olmasına rağmen siyasi tarihin sayfalarında ve hayatın pratiğinde kendini göstermiştir.
O gün siyaseti sokakta yani halkın içinde yapanlar ve yaşam döngüsü içinde politika üretenler halktan olumlu tepki almış ve olumlu tepkilerle geniş kitlelere ulaşma, kitleleri geleceklerine sahip çıkmak için mücadeleye katma başarısını göstermiştir.
12 Eylül sonrasında yoğunlaşan baskı ve sindirme politikaları nedeniyle hak arama söylemi ve eylemleri uzun denecek bir süre; (Tutuklu ailelerinin cezaevlerindeki işkence ve baskıları kamuoyuna duyurabilmek için yaptıkları eylem ve etkinlikler dışında) dile getirilemez ve savunulamaz oldu.
Bizim geleneksel sol literatüründe pek fazla sözü edilmese de 12 Eylül sonrası ilk kitlesel eylem1990 yılı başında Madencilerin Zonguldak’tan Ankara’ya yürümeleri olmuştur. Bu eylem toplumdaki sessizliğin kırılma başlangıcı olmuştur diyebiliriz.
1995 yılı kamu emekçilerinin 2 günlük Kızılay direnişi, 2009 Yılı sonunda başlayan işten atılan Tekel İşçilerinin 70 günlük Ankara direnişi. Ve bu arada yaşanan birçok eylemlilik oldu.
Bugünse (Anı kastederek söylemiyorum) ODTÜ Direnişi ve sonrasındaki gelişmeler dikkat çekti.
Tüm bu gelişmeler, Sosyalist Sol tarafından değerlendirilemedi ve siyasal anlamda hiçbir kazanım elde edilemedi. Sosyalist Sol’un bu süreçlerde yaptığı şey; dergilerine ve gazetelerine sayfalar dolusu yazı yazmaktan öteye gidemedi, bu mücadelelere bir katkı sunamadı ve bunları bir adım ileriye taşıyamadı.
Eğer, sol kazanım elde etmiş olsaydı toplumsal bir güç odağı haline gelmiş olur ve bugün sürece müdahale etme gücünü elde etmiş olurdu.
Yetmez Ama Evet’çiler ile Hayır’cıların Birleştikleri Nokta
Tam tersi sürece müdahale etmek ve toplumsal güç olma yerine, sürecin gerisinden gelmekte ve politika üretmenin kısırlığı nedeniyle de hala 2010 yılındaki referandumda “Yetmez Ama evet” diyerek evet yönünde tercihlerini kullanan EDP ile diğer siyasi parti ve grupların bu politik duruşu üzerinden gündem belirlemeye ve siyaset yapmaya çalışıyor olmazlardı. Örneğin 07 Nisan 2013 Tarihli Birgün Gazetesi Pazar Ekindeki Aydemir Güler’ in Yazısı.
2010 12 Eylül’ünde yapılan, Anayasa’daki kısmi değişikliklerin oylandığı referandumda“hayır” oyunu savunan sosyalistlerin gerekçesi, değişikliklerin sermaye yanlısı niteliğine odaklanıyordu. Cunta Anayasası demokratikleşmiyor, baskıcı karakteri güçlendirilirken piyasalaştırma ve emek düşmanlığı belkemiği haline getiriliyordu.
Referandumda AKP’nin, değişikliği içine yerleştirdiği ambalaj, kahramanlık masallarıyla değil, korku efektleriyle dolu bir Ergenekon ambalajıydı. AKP darbeleri önlemiş, kontrgerillayı içeri tıkma cüretini göstermişti; “bıraksalar” memleketi demokratikleştireceği öyküsüyle çıkıyordu sandığın önüne.
“Yetmez ama evet” gericiliği örten bu çağrıya verilen onaydır.
Kürt hareketi o kadarını yapmamış, ama Anayasa’nın sınıfsal, politik içeriğine değil kendi pragmatizmine odaklanmıştı. Boykot tavrından çıkan anlam, “Kürt ulusal çıkarı”nın gözetilmesi durumunda, sermaye, piyasa ve bunlara dayanan baskıların göz ardı edilebileceğiydi.
Bereket o tarihte dört sol hareket (EMEP, HE, ÖDP, TKP) faşist ve sosyal-demokrat çevrelerin milliyetçi argümanlarının dışında bir pencere açtılar. Sol ne “yetmez ama evet” teslimiyetçiliğine, ne de ulusalcı pragmatizmine indirgendi.
Erdoğan’ın referandum sonuçlarını “törenle kutlamasını”, ben, duyduğu memnuniyetle değil, ortaya çıkan sorunun üstünü demogoji ile örtme çabasıyla açıklarım. Başka zaman başka yerde yeterli sayılabilecek olan kabul oranı, Türkiye’de hayli köklü bir rejim değişikliği yapılacaksa, can sıkıcı olabiliyordu.
12 Eylül 2010, emperyalizmin arabasına koşulmuş bir piyasa ve dinci gericilik iktidarının ilanı yönünde yapılmış yoklamadır, diyor Aydemir Güler.
Bugün hala her toplumsal ve siyasal gelişme gündeme geldiğinde olayı eleştirirken ya da değerlendirirken ”Yetmez Ama Evet” çilere gönderme yaparak adeta 2010 yılına saplanıp kaldıklarını teyit etmektedirler. Burada “Yetmez Ama Evet” ten yana tercihini kullanan siyasal parti ve grupların referandumdaki politik tercihlerinin doğru olduğunu savunacak değilim. Çünkü “Yetmez Ama Evet” diyenlerin de “hayır” diyen Sosyalist Solun da iktidarın ortaya koyduğu politik çizgide hareket ettiklerini düşünüyorum. ”Yetmez Ama Evet” gericiliği örten çağrıya verilen Evet onayı ise “hayır”en hafif deyimle: gericiliğin temellerinin sağlamlaştırıldığı ve yeşil kuşak projelerinin uygulamaya konduğu anlayışın devamına, kısacası 12 Eylül anayasasına 30 yıl sonra “evet” demek değil midir. Çünkü her iki kararda, hep atıfta bulunduğumuz 12 Eylül öncesinde ve sonrasında da birlikte olduğumuz arkadaşlarla “Devrimci Yol-Yeniden Ve ÖDP” sürecinde uyguladığımız ve politik anlayışımızın da gereği olan “Devrimciler İktidarların dayatmalarına göre değil, kendi koydukları politik tavırları doğrultusunda karar alırlar” tavrı ile çelişen bir tutum. Hani ÖDP sürecinde iktidarların dayatmalarına karşı hep bir ağızdan haykırdığımız “Başka Bir Dünya Mümkün” sözü tam da bu süreçte uygulanması gereken bir tutumdu. Ve bence o süreçte alınacak politik tavır boykot olmalıydı ki bugüne kadar söylediklerimizle ve yaptıklarımızla çelişir bir duruma düşmezdik. (Ben tercihimi geleneğimden gelen anlayışım doğrultusunda değerlendirerek “boykot”tan yana kullandım.)
Ancak “Yetmez Ama Evet” tavrını İktidara yedeklenmek olarak öne süren ve oysa ondan farklı bir tavır sergilemeyen “hayırcı Sosyalist Sol” her fırsatta eleştirmekten geri durmadığı “yetmez ama evetçiler” ile söylemde de aynı çizgiye gelmiş görünüyor.
Referandum sürecinde “Yetmez Ama Evet”çileri: AKP nin sol kanadı olmakla suçlayan ve daha ağır bir deyimle AKP yalakalığı yapmakla itham eden sayfalar dolusu yazılar yazan EMEP, HALKEVLERİ, ÖDP, TKP ve Sosyalist Sol da HAYIR’dan yana tercih kullanan diğer siyasi parti ve grupların bir kısmı hala AKP politikalarını eleştirirken “Yetmez Ama Evet” e gönderme yapmaktalar. Hala bu noktada olunmasının açıklanabilecek nedenlerinden biri birilerinin yanlışları üzerinden politika yapmak, ikincisi, bu politik anlayıştan dolayı, yani yanlışlardan üzerinden politika yapma, üretkenliklerinin sınırlanmış olması olabilir.
Bir tarafta bunlar yazılırken diğer taraftan barış süreci konusunda, AKP nin yönettiği süreç olmasına rağmen, sürecin desteklenmesi gerektiği konusunda yazılar yazılmakta.
Örneğin Birgün Gazetesinin 20 Ocak Tarihli Pazar ekinde Deniz Coşan’ın Oğuzhan Müftüoğlu ile yaptığı görüşme:
Deniz Coşan’nın, “İmralı ile görüşmelerin başladığının duyurulması ile birlikte yeniden barış imkanının olabileceğine yönelik bir iyimserlik oluştu. Ama çok geçmeden Paris’te bir suikast gerçekleşti. Bu süreci genel anlamda nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusuna
Oğuzhan Müftüoğlu’nun yanıtı: Birçok çevrede bu gelişmelerin’’önümüzdeki seçimlere dönük bir taktik hamlesi olduğu’’şeklinde kuşkucu değerlendirmeler yapılıyor. Bundan önceki birinci Kürt açılımı ve Oslo görüşmeleri sonrasında yaşananlara bakınca bu tür ihtimaller elbette yok sayılamaz. Ancak bu çaptaki bir meseleye yalnızca bu açıdan yaklaşılması ve böyle mülahazalarla olumsuz bir tavır belirlenmesi doğru olamaz.
AKP’nin özellikle önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde rahatlama sağlamak gibi bazı hesapları elbette olabilir. Konuyla ilgili başka çevrelerin başka hesapları da olabilir. Bütün bu ihtimalleri bilmek ve dikkate almakla birlikte asıl olarak ortaya çıkan bu tür gelişmeler karşısında her hangi bir tereddüt göstermenin doğru olmadığını düşünüyorum.
AKP’nin birinci Kürt açılımı karşısında da ifade ettiğimiz gibi, halkların çıkarları doğrultusundaki, barış, demokrasi ve özgürlük doğrultusundaki her adım, bugün sürüp giden savaş halini sona erdirecek her gelişme, ne kadar eksik olursa olsun, kim tarafından hangi niyetle yapılırsa yapılsın desteklenmelidir.
Bu alıntıyı yapmamın nedeni; “Yetmez Ama Evet” çileri eleştirirken referandumu yapan AKP’nin yargıyı ele geçirme hesaplarını ve samimi olamayacağını öne sürerek “Yetmez Ama Evet”çilerin “Ama”sını, ne kadar eksik olursa olsun, kim tarafından yapılırsa yapılsın desteklenmelidir, gibi algılamak yerine yerden yere vuran anlayış, gelinen noktada “Yetmez Ama Evet”ten farklı bir şey söylememektedir.
Referandum Süreci Barış Süreci
Birileri kalkıp barış süreci ile referandum sürecinin farklı şeyler olduğunu iddia edebilir. Ama sonuçta karşı çıkılan ve suçlama gerekçesi olan şey referandumu AKP nin dayatması ve yönetmesi anlayışı idi. Aynı şey barış süreci için de geçerli. Kaldı ki referandum; bir taraftan AKP’nin yargıdaki gücünü tahkim etmesi ve bu gücü aynı zamanda barış sürecinde önünü açmak ve bu sürece muhalefet edecek ya da sabote etme ihtimali olanları baskı altına almak için yaptığı da ihtimal dışı değil diye düşünüyorum. Ancak böyle düşünmekle birlikte asıl amacın halkın muhalefetini örgütleyecek güçlerin baskılanması olduğunu da iddia ediyorum.
Yukarıdaki örnekleri vermemin nedeni Sosyalist Sol’un 12 Eylül sonrasında neden hala gündemi belirleyen toplumsal bir güç odağı olamadığının nedenlerinden biri. 12 Eylül öncesinde bazı örgütlerin yaptığı, birilerinin hata ve eksikleri üzerinden siyaset yapma anlayışı, bugün neredeyse solun tamamına hakim olmuş durumda. Elbette eksik ve hatalar eleştirilmeli ama bunu yaparken aslolan toplum içinde örgütlenmenin gerekleri yerine getirilmeli. Aynı çizgide olduğumuz ve birlikte mücadele ettiğimiz insanlarla. Politik tavır belirleme süreçlerinde farklı politik önermelerde bulunabiliriz. Eleştiriye karşı durmaya ve alternatif oluşturmaya Evet! Ama bunu kendimiz yapınca doğru, başkası yapınca yanlış anlayışına Hayır! Böylesi benmerkezci bir anlayış gelişmelere doğru ve objektif gözle bakmamızı engeller ve dolayısıyla yanlış politik tavır almamıza neden olur. Bizler olayları değerlendirirken ben ya da öteki olarak değil, biz diye düşünürüz. Öteden beri toplumun ve olayların tek başına değerlendirilmesinin bizi yanılgıya sürükleyeceğinin bilincinde olarak hareket ederiz. Eğer bunu bilerek gözden kaçırıyor ya da görmezden gelerek yapıyorsak oportünist bir kayma yaşıyoruz algısı ve olgusu yaratacağımızı unutmamalıyız.
12 Eylül öncesinde emperyalizme ve faşizme karşı verdiğimiz bilinçli, azimli, kararlı mücadelenin gündemi belirleyen bir toplumsal güç olmamızı sağlayan koşulların en başında geldiği açıktır. Bugünde aynı bilinç, azim ve kararlılık da var, ancak o günden farklı olan bir sosyal yapı var.
O dönemin sosyal yapısı, bizlerin siyaseti toplum içinde birebir yapmamızı, insanların faşist saldırılardan dolayı kendilerini koruyacak bir yapıya gerek duymalarını yaratmamızla gerçekleştirmişti.
Geleneklerin Toplum ve Birey Üzerindeki Etkileri.
Siyasal mücadelenin asıl tarafı olan emekçilerin, yoksul köylü ve halk kitlelerinin azımsanmayacak ölçüde mücadeleyi sahiplenmeleri bizlerin o dönemdeki örgütlülüğümüzü ve mücadeleyi yükseltmememizdeki unsurları ve önemli etkenleridir.
Bugün, mücadeleyi ve örgütlülüğü yükseltmek gibi bir hedefimiz varsa geçmiş dönemdeki örgütlenme ve mücadele anlayışını bugün aynen uygulamak yerine bu güne uyarlayıp, günün sosyal yapısına ve koşullarına uygun bir politik çizgi ve anlayışla mücadele etmemiz gerektiğinin kaçınılmazlığı ortadadır. Bugün gelinmiş olan nokta bunu açıkça göstermektedir.
Mehmet Ayaz