1970’lerde Türkiye Devrim’i mücadelesinin “Stratejik hedefi; anti-emperyalist ve anti-oligarşik devrim” olarak tarif edilir. Mahir Çayan, “Oligarşi içinde bizzat emperyalizm yer aldığı için devrimci savaş”ın “sadece sınıfsal planda” yürümeyeceğini belirttikten sonra “Savaş, sınıfsal ve ulusal planda yürüyecektir” diyerek devrim mücadelesinin devrimci demokrasiyi ve sosyalist düzenin kurulmasını hedeflediğini ortaya koyar. (Mahir Çayan, Toplu Yazılar, S.351, 352 Birgün Kitap)
Bu yazıda üzerinde duracağımız Direniş Komiteleri (DK) ve Fatsa örgütlenmesi temelde bu devrimci bakışın ve bu fikre uygun mücadelenin içinden çıktı. Pratikten çıkan bu örgütler teorileştirilirken Vietnam’daki gibi ezilen halkların Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı verdikleri mücadeleden esinlenilse de esasen Türkiye Devrimi’nin parçası-özgün kuruluşlar olarak hayat buldular.
Fatsa’daki direniş ve ülkenin başka birçok yerindeki devrimci eylemler ve örgütlenmeler, her şeyden önce, 12 Eylül öncesinde ülke genelinde sürdürülen antiemperyalist-antioligarşik-antifaşist mücadelenin yani bağımsızlık-demokrasi ve sosyalizm kavgasının parçasıydılar. Türkiye’nin devrim mücadelesini yok etmek isteyen faşist güçlerin halka karşı giriştikleri saldırıları öncelikle durdurmak ve yenilgiye uğratmak amacıyla kurulan DK ülkenin bütününün emperyalist işgalden kurtuluşunun sağlamasında ve faşizmin ezilmesinde etkin olmakla kalmayacaklar, geleceğin iktidarının ilk nüveleri olma iddiasını da taşıyacaklardı.
DK Üzerine
1970’lerdeki devrimci mücadelenin en fazla öne çıkan özelliği anti-faşist karakteridir. İçsel olgu haline gelen emperyalizm ülkemizdeki büyük sermayeyi ve iktidarları uluslararası sermayenin çıkarlarına göre yönlendiriyordu. Emperyalist sermaye ve içerdeki uzantıları devlet kurumlarını faşistleştirerek baskı politikalarına süreklilik kazandırmak ve gittikçe yoğunlaşan baskılarla-şiddetle, ideolojik-kültürel yönlendirmelerle orta kesimleri ve halkı hegemonyaları altına almak istiyorlardı. Böylece faşizmin ülkede yukarıdan aşağıya sistemli biçimde örgütlenmesini sağlamayı amaçlıyorlardı. Halkı giderek bütünüyle teslim almaya çalışan bu gerici faaliyete karşı devrimciler mücadele bayrağını her alanda yükseltmeye çalıştılar. Bu mücadele ancak halk kitlelerini örgütleyerek, en geniş birliği sağlayarak yapılabilirdi. İşte bu amaçla kurulan örgütlenmelerden biri de cephesel örgütlenmenin en alt ama öz birimi olan DK’leriydi.
Direniş Komiteleri halka azgın biçimde saldıran faşizme karşı yürütülen mücadelenin içinden çıktı. 1970’lerin ikinci yarısında pratikten doğan bu fikir en geniş halk kesimlerinin bütün yaşam alanlarındaki -özellikle de ikamet edilen yerlerde köylerde, mahallelerde vb.- halkın örgütlenerek faşist saldırılara karşı durabilmesini sağlamak amacıyla geliştirildi.
Faşizme karşı olan, hatta faşist olmayan herkesi kucaklamayı amaçlayan bu örgütlülük savunma amacının yanı sıra hedeflenen sistemin (sosyalizm) nüveleri olmayı esas alması bakımından da önemliydi. Bunun pratikteki anlamı, mevcut düzene alternatif devrimci yönetim anlayışını günün gerçekliğinde pratikte oluşturmaya çalışmaktı. Halkın bu yeni yönetim birimlerinin kurulmasına ve yaşatılmasına bizzat katılımının sağlanması için yoğun çaba harcandı. Bu katılım sürecinde devrimcilere düşen ilk görev; halkın öncelikle anti-faşist mücadele içinde yer almasını, ikinci adım ise bu mücadele içinde yer alanların devrimci-sosyalist çizgiye doğru yönlenmesini sağlamaktı. Devrimciler, halkın içinden çıkacak ileri unsurlarla birlikte anti-faşist mücadele zeminine oturan bir anlayışla geniş kitleleri devrimci düşünce ekseninde etkileyerek doğru politikaları onlara benimsetmeye çalışmaktaydılar. Kısacası Devrimci Öncülük işini yerine getirme işini önlerine koymuşlardı. Bu işi yaparken halkın düşünsel ve fiili katılımının eşitlik temelinde sağlanması gerekiyordu. Hiçbir ad altında zorlamaya başvurulmamalı ve biatçılığa yol açılmamalıydı.
Yeri gelmişken artık unutulan bir kavrama değinmeden geçmeyelim. 12 Eylül öncesinde devrimciler arasında yaygın biçimde kullanılan ama sonradan neoliberal bireycilerin büyük ölçüde yere serdikleri biz kavramı ikili kapsama sahipti. Bu kavram, dar anlamda aynı siyasi gruba dâhil olanlar için, geniş anlamda ise bütün devrimciler, eylem birliği yapanlar ve hatta anti-faşist kesim için kullanılırdı. İki kullanımda da ne sınıfsal ne de dinsel-mezhepsel, etnik ve başka tür kültürel bir ayrımcılık yapılmazdı, eşitlik ve mücadeleyi destekleyen herkesle birlik olmak esastı. Birlik olmak, yani biz olmak ancak gönüllülük temelinde gerçekleştirilmeye çalışılıyordu. İnsanlar zorlanmamakta, iknaya dayalı birliktelik üzerinden biz olmak temel alınmaktaydı.
Kitle ilişkileri ve örgütlenmesine düzeyli biçimde yaklaşılmasına karşın beklenen-istenen ölçülerde DK örgütlenmelerinin gerçekleştirilemediği de bir gerçek. Birçok yerde denemeler yapıldı, geçici başarılar da kazanıldı ama umulan kalıcılık sağlanamadı. Bunda solun dünya ölçeğinde gerileme sürecine girmesine paralel olarak ülkede devrimci mücadelenin 1980’e doğru düşüşe geçmesinin de etkisi oldu. O günün Türkiye koşullarında DK fikri doğruydu ama gelişmeler bu düşüncenin hayata geçmesinin kalıcı olmasının aleyhindeydi. Dünyada sosyalizm ve ulusal kurtuluş hareketleri inişe geçerken neoliberal gericilik güç kazanıyordu. Gericilik yükseldikçe devrimci fikirlere ve deneylere olan ilginin azalması ve giderek liberalleşmenin yaygınlaşması kaçınılmazdı. Bu dönemde dünya solundaki sapmaların giderek güçlenmesine de bağlı olarak işçi sınıfının siyasi bilincinin ve örgütlenmesinin eskiye göre gerilemeye başlaması yaşanan olumsuzlukların en önemlisiydi.
Bu arada ülkemizdeki solun çok parçalı olması da DK’nin ülke çapında ve derinlemesine hayata geçirilmesini sekteye uğratan önemli bir nedendir. DY dışındaki belli başlı sol gruplar -ısrarlarımıza rağmen- DK içinde yer almayı kabul etmeyerek bu örgütlenmenin sonuçta DY ve çevresindeki halk kesimleriyle sınırlı kalmasına ortam yarattılar.
Fatsa ve Diğer Deneylerin Özellikleri, Devrimci Hareketle İlişkileri
Fatsa’yı Fatsa yapan her şeyden önce DY hareketinin mücadele, örgütlenme ve siyaset yapma anlayışıdır. Burada devrimci hareketin ülke düzeyindeki Türkiye Devrimi mücadelesinden alınan güçle, halkla birlikte, devrimci bir yönetim biçimi oluşturulmaya çalışıldı.
12 Eylül öncesinde geniş kitlelerin daha sağlam biçimde örgütlendiği, mücadeleye geniş katılımların olduğu yerleri inceleyince göreceğimiz gerçeklerden birisi buraların kamu-devlet kurumları ve büyük çaplı işletmeler olmalarıdır. Fatsa’daki mücadelenin merkezinde de Belediye vardır. Fatsa’nın devrimci mücadele bakımından öne çıkmasının önemli bir nedeni (geçmiş mücadeledeki yeri dışında), bu ilçenin belediyesinin 1979 ara seçiminde devrimcilerin eline geçmesidir. Bu kurumun yapısal özellikleri nedeniyle kitle ilişkilerinde ve örgütlenmesinde devrimcilerin önüne büyük olanaklar sunduğu bir gerçektir.
Devrimcilerin etkin olduğu Tariş, Çukobirlik ve bazı KİT’ler çok sayıda işçinin çalıştığı ve geniş üretici kesimlerle bağ kurma imkânı sağlayan kamusal kurumlardı. Şeker, Tekel, İskenderun Demir Çelik gibi fabrikalar devletin işlettiği ve çevredeki yerleşim alanlarına yayılmış çok sayıda işçinin çalıştığı yerlerdi. Yeni Çeltek gibi maden ocakları da dahil ülkenin birçok yerinde çalışan işçiler çevre halkıyla, yerleşim yerleriyle iç içeydi. İşyerleri çevre halkını, çevredeki yerleşim yerleri işyerlerini doğrudan etkiliyordu. Üniversitelerde okuyan o bölgenin çocukları ailelerini, öğretmenler ve diğer kamu çalışanları da bölgeyi etkilemekteydi. Çok yönlü etkileşimler, kaynaşmalar, yoğun ve canlı bir kitlesel akışkanlık söz konusuydu. Bu kurumların bulunduğu bölgelerde yarattığı ekonomik canlılık ve kısmi iktisadi yeterlilik halkın eski bağımlı ilişkilerinden, feodal etkilerden kurtulması ve yeni bir hayata yönelmesi bakımından önemliydi. Bu nedenlerle yenilikçi ve devrimci düşünceler, büyük çaplı üretim yapan kamu-devlet kuruluşlarının, fabrikaların olduğu yerlerde hızla yayılma ortamları buldu.
Bu olguların ötesinde gelişen mücadelenin, yaratılmaya başlanan ilişkilerin-örgütlülüğün altında Devrimci Yol’un ülke düzeyinde yükselen gücü, ideolojik-politik etkinliğinin başat rolünün altını çizmemiz gerekir. Ülkenin birçok yerinde mücadelenin üstüne oturduğu zemin kısa sürede Devrimci Yol’un yarattığı mücadele alanıyla uyumlu hale geliyor ve yerellik belirleyici olmaktan çıkarak genelle bütünleşiyordu.
Parti ve Kitle Örgütlenmesi
Yerellerdeki mücadelenin genelle bütünleşmesinden yola çıkarak birimlerdeki kitlesel direniş örgütlenmelerini ülke genelindeki siyasi örgütlenmenin yuttuğu şeklinde bir düşünce gerçekçi olmaz. Çünkü sözü edilen örgütlenmeler birbirine paralel değildi, pratikte diyalektik olarak birbirini bütünleyen ve tamamlayan iki örgütlenme tipi mevcuttu. Birincisi siyasi hareket (siyasi örgüt ya da literatüre daha uygun olması ve derdimizi daha kolay anlatmak bakımından parti de diyebiliriz), ikincisi ise kitlesel mücadele örgütüydü. Siyaseti belirlemede ve hayata geçirilmesinde esas olan parti vücuttaki beyin ve sinir sistemi gibi düşünülebilir. Parti işçi sınıfı ve bütün sömürülenlerin çıkarlarını savunan, onların sınıfsal mücadelelerini yöneten bağımsız bir profesyonel devrimciler örgütüdür. Partinin mücadele içinde mutlaka ileri işçiler örgütü hüviyetini kazanması ve devrimci mücadeleye önderlik ederek bu önderlik konumunu elde etmesinin öneminin bilincinde olması gerekir. Partinin kitlelere önderlik için olağanüstü taktik yeterliliğe, güçlü politik öngörüye sahip ve sapmalara karşı da bilenmiş olması çok önemlidir.
Devrimci parti sosyalist ilkeleri ve iç disiplini içselleştirmek zorundadır, yoksa ne mücadelede ne de sosyalizmi kurmada başarılı olabilir. En başta işçi sınıfı iktidarını savunmayan bir partinin kuracağı sistem sosyalizm dışı bir sistemdir ve sonuçta kapitalizmin ağına düşmesi kaçınılmazdır. Bu ilkeli anlayışa sahip olmayan bir parti mücadele içinde de gerekli taktik manevraları ya yapamaz ya da yapsa bile hareketi yanlış yerlere sürükler. Bu özelliklere ulaşabilmek için kadroların bilimsel sosyalizmi doğru şekilde kavraması, işçi sınıfı ve müttefiklerinin mücadele pratiğinde derinlemesine pişmeleri zorunludur. Bu anlamda parti Marksizm’in okulu olma görevini de yerine getirmek durumundadır.
Parti ölçüsünde olmasa da cephe örgütlenmelerinde de iç eğitim ve disiplin gereklidir. Çünkü parti (veya partileşme yolunda olan hareketlerin) kadrolarının en önemli yetişme okullarının başında bu kitlevi örgütler (DK gibi) gelir. Bu örgütlerden sadece partiye değil başka mücadele alanlarına (askeri, idari, kültürel vb) da kadrolar yetişir.
DK aynı zamanda kendiliğinden mücadelenin ağırlıklı olduğu sahalara ulaşmada en fazla etkin olabilecek kurumlardır. Başka kitle örgütleriyle ilişki geliştirmede, volan kayışlarının güçlendirilmesinde de etkili olmaları gerekir. Yoksa hem örgüt olarak kendi (DK) ve diğer cephesel örgütler hem de parti taze güçlerle beslenmekte sorun yaşar. Kitlelerin kendiliğinden mücadelesi devrimci örgütlerin çok önemli besin alanlarıdır, bu alanlarda kök salamayan örgütler ve siyasi hareketler kendilerini yenileyemezler ve sonuçta yok olurlar.
Cephesel örgüt halk kitlelerini en geniş biçimde örgütleyecek ve günlük çok yönlü pratik mücadeleye sokacak olan teşkilattır. DK bu teşkilatın temel taşlarıdır. DK birimin savunmasını, çok boyutlu iç dayanışmasını, okuma-yazma öğretimini, çevrenin-sokakların düzenlenmesini, halkın daha güvenli, daha sağlıklı vb. bir ortamda yaşamını sürdürmesini sağlamaya çalışan bir örgütlülüktür. Parti politikalarıyla yerel birimde alınan kararları zenginleştiren, üreten ve uygulayan kitlesel bir kuruluştur. Aynı zamanda pratikten çıkardığı sonuçları parti örgütüne ileterek alınacak kararları etkileme göreviyle de yükümlü olduğu unutulmamalı. Kaldı ki parti üyelerinin birçoğu bu kitlesel örgütlerin içinde aktif görevler yüklenen kişiler oldukları için de iki yönlü karar ve önerilerde önemli bir kopukluk ortaya çıkmaz. Bu anlamda hem ayrı örgütlerdir hem de bir içiçelik söz konusudur. Bu yönüyle partide bürokratik bir yapının oluşmasının önüne geçilmesinde de etkili olacaktır.
Demokratik biçimde seçilmesi gereken parti yönetimi birimlerde alınan kararları, politik değerlendirmeleri dikkate alarak senteze ulaşmalı. Bu sentezlemedeki en önemli ölçüt verilecek son kararın sosyalizmin temel ilkelerine uygun olmasıdır. Birimlerde ortaya çıkma ihtimali olan popülist eğilimleri ve yerel pencereden bakma ihtimalini parti göz önüne almak durumundadır. Yerel eğilim ve kararları genelle uyumlu hale getirmek başlı başına bir sorundur. Geçmişte bu tür sorunların yaşandığını biliyoruz. Özel durumlar dışında hareketin geneli ve ülke gerçekleri belirleyici olmalı.
Eğrileri Doğrultmak
Üzerinde durulması gereken bir sorun da kitlevi bir örgütlenme olan DK ve diğer cephesel örgütlerin parti ile olan ilişkilerinin düzenlenmesidir. Her şeyden önce DK ve diğer cephesel örgütleri devrimci hareketin-partinin yerine ikame etmeye kalkışmak yanlıştır. Geçmiş üzerine yazan-konuşan bazı kişiler, Post Marksizm’in etkisi altındaki fikirlerine göre DK ve deneyleri üzerinde değerlendirmeler yaparken; bu ve benzeri örgütlenmeleri ve işlevlerini saptırarak ya da abartarak devrimci hareketin-partinin yerine ikame etmeye çalışabiliyorlar.
1990’lı yıllardan itibaren kitle örgütlenmeleri ya da taban örgütlenmeleri, sosyalist fikirlerin etkinlik kaybetmesi, neoliberal eğilimlerin yaygınlaşması ve güç kazanmasıyla birlikte proletarya partisinin yerine ikame edilmeye başlandı. Bu Marksizm dışı anlayış sözü edilen dönemden sonra kurulan partilere de yansıtıldı. Devrimci fikirlerin yerine yarı-anarşist, yeşil, yerelci, kültürel unsurları öne çıkaran vb. akımlar geçirildi ve bu görüşleri savunan partiler kuruldu. Devrimci-sosyalist kavramlar ve değerler sulandırılarak içi boş, kof yapılarla solla ilişkili kitlelerin devrimci olmayan hayallerin peşine takılmaları sağlandı. Emperyalist-kapitalizmin içine girdiği ağır krizlere rağmen devrimci parti ve kitle örgütleri anlayışının içleri boşaltılarak devrimci kesimin siyasal gelişmelere müdahale etme yolları büyük ölçüde kapatıldı. Bu dönemde geçmiş değerler ve kavramlar da savunuluyor görüntüsü altında tahrip edildi, çarpıtıldı. İşte bu saldırıdan nasibini alan kurumlardan biri de DK oldu. Sözde DK’ni taltif ediyorlardı ama gerçekte bu kavramı olması gereken yerden muhtevasını bozarak post-Marksist alanlara taşıyorlardı. Devrimci parti anlayışının yerine sulandırılmış, yerelcileştirilmiş ve dahası “sivil”leştirilmiş DK fikrini koyarak hem devrimci parti hem de DK’leri düşüncesini bozmaya çalıştılar.
“Aşağıdan yukarıya örgütlenme”, “Taban demokrasisi”, “Doğrudan demokrasi” vb. kavramları popülist yaklaşımlarla kitlenin önüne atarak bir yandan devrimci parti anlayışını tahrip ederlerken diğer yandan bu kavramlarla tek adamlığı ve biatçılığı gizlediler. Kaldı ki pratikte hiçbir zaman bu ifadeler uygulanmadı, zaten uygulanması da mümkün değildi, ama post-Marksist düşünceler bu kavramların içine gizlenerek kitlelere zerk edildi. Diğer yandan somut koşullarla uyuşmayan, halkta bir karşılığı olmayan keskin şiarlarla küçük gruplar heyecanlandırıldı ama geniş kitlelerden kopuldu. Her şeyden önce bu tür şiarları karşılayacak ne parti-hareket vb vardı, ne de kitleler hemen harekete geçecek bilince ve psikolojiye sahipti. Bu tür çıkışlar sonuçta moral bozuklukları, pasifizm ve dağınıklık yaratmaktan başka bir şeye yaramadı.
Tarihte “büyük şahsiyetler” de toplumların hayatında etkin rol oynamışlardır ama çağımızda devrimciler bu tür kişileri değil halk kitlelerini ve onlara önderlik eden devrimci partileri-örgütleri esas alırlar. Demokrasi geliştikçe kişilerin gücü kırılır ve ortak örgütlenmeler (sendikalar, partiler) gelişir. Fakat yakın geçmişte soldaki gelişmeler bu yönde olmadı. Neoliberalizmin kolektif örgütlenme anlayışını etkisizleştirerek bireyciliği öne çıkarmasından yararlanmasını bilenler geleneksel devrimci yapıları etkileri altına alabildikleri ölçüde yanlış yollara sevk etmekte başarılı oldular.
***
1970’lerin sonlarında DK’nin uygulanmasında Vietnam’da ABD emperyalizmine karşı verilen devrimci halk savaşında halkın örgütlenme biçimlerinden ve pratiğinden yararlanmaya çalışıldı. Bu savaşa halkın verdiği desteğin nedenleri, desteğin nasıl sağlandığı ve biçimi–kitle içinde nasıl örgütlendikleri, kitle örgütlerinin doğrudan mücadele içinde olan birimlerle (askeri örgütler dahil) ilişki biçimleri vb, devrimcilerin halka yönelik tavırlarının yanı sıra karşı-devrimcilere yaklaşımları üzerinde de duruluyor, bu konularla ilgili kitaplar okunuyordu.
Vietkong (Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi)’un özellikle eylem biçimlerinin mücadele yöntemlerimizi etkilediği bir gerçek. Örneğin izinsiz gösterilerde halka, evlerine ve işyerlerine zarar verilmemeye çalışılmasında, halktan zorla para toplanmamasında, eylemlere gönüllü katılımın esas alınmasında onların eylem anlayışlarının ve halka yaklaşım biçimlerinin rolü olduğunu söyleyebiliriz. Halkın genel anlayışıyla, hayat tarzıyla uyumlu olabilecek işlerin yapılması esastı, halka ters gelecek faaliyetler içine girilmez, eylem biçimlerine başvurulmazdı. Bir örnek: 1970’lerde yapılan bazı izinsiz gösteriler sırasında panzerlerin gelişini engellemek için yolları kapatmak gerekirdi. Bunu yapmanın en kolay ve etkili çaresi kapatılacak yollarda giden arabaları durdurup kontak anahtarlarına el koymaktı. Bu yolla trafiği tamamen tıkamak mümkündü. Ama bunu Ankara’daki gösterilerde hiç yapmadık. Bir büyük gösteri öncesinde bu ihtimali tartıştık ama sonuçta yapmamaya karar verdik. Gerekçemiz bu hareketin araba sahiplerini ve arabalardaki yolcuları zor duruma sokacağı ve bu kişilerin devrimcilere karşı tavır içine girecekleriydi. Bizim derdimiz daha çok insanı yanımıza çekmekti, karşımıza almak değil. Eylem biçimimiz savunduğumuz siyasi görüşle -sosyalizmle- uyum içinde olması gerektiği gibi etik de olmalıydı.
Devrimci mücadelede marifet örgütünü, siyasetini ve hedefini halka benimsetmek, yaptıklarınla ondan destek almaktır. Emperyalizme ve işbirlikçilerine zarar verirken de bu anlayış belirleyici olmalı. İşte bu nedenle devrimciler halkın içinde bombalar patlatmazlar, halkın evine-sokağına-işyerine ve başka yaşam alanlarına zorla el koymazlar, hastaneleri-okulları tahrip etmezler, halktan zorla para toplamazlar, zorla kepenk kapattırmazlar vb… Devrimcilikte her yol yoktur. Fikir ve politika gibi yol da devrimci olmak zorundadır. Halk ve ülke için mücadele edildiği bir an olsun akıldan çıkarılmamalı, halkına ve ülkesine zarar veren mücadelenin devrimci olmayacağı unutulmamalı.
1970’li yıllardaki devrimci hareketlerin bazıları yukarıda belirtilen özelliklerin hepsine sahip değillerdi ama bu özelliklere ulaşmak için çaba harcayanlar, ülkesi ve halkı için mücadele edenler, işçi sınıfı iktidarını savunanlar vardı. Bugünkü “sol” kuruluşların birçoğu ise işçi sınıfı iktidarını hedeflemedikleri gibi çeşitli kültürel çevrelerin, etnikçi yapıların etkisi altına girmiş ve daha da kötüsü kurtuluşu dış güçlerin kapılarında aradığı besbelli olan bir partinin peşine takılmış durumdalar. Emperyalizmin Ortadoğu politikalarının parçası olmuş bu partinin içinde veya yanında yer almayı hala solculuk olarak gösterebiliyorlar. Bu yanlışta ısrar edenler, geçmişleri ne olursa olsun, emperyalizme ve içerdeki uzantısı güçlere karşı mücadele temelinde yükseleceği kesin olan Türkiye Devrimi fikrini terk etmiş sayılırlar.