Dünya yıkılsa kendi çıkarından, alacağı hazdan başkasını düşünmeyen insan tipi ne zaman ortaya çıktı?
Bu özellik bize evrimin veya şeytanın karanlık dönemlerden kalma bir hediyesi midir?
Egemen bakış, ister din, ister bilimsel kaynaklı olsun benzer bir cevap veriyor.
İnsan dediğimiz varlık, taşıdığı varlıkların en yücesi, ya da en gelişmişi sıfatlarına rağmen, haramla yeryüzüne sürülmüş, günah işlemeye meyyal, eşref-i mahlûkat, ya da en ilkel, en kaba, en vahşi, en basit bir durumdan evrim sürecinin ortaya çıkardığı en karmaşık, en gelişmiş, ama gelişmişliği de ancak bu kadar olan, bir varlıktır.
Dini söylemin 21. YY dünyasında bir önemi yok diyecek durumda olmadığımız da orta da.
İnsana, doğasına ve ortaya çıkışına ait yaklaşık 200 yıldır süre giden bir kavgaya ve çabaya rağmen bilimin hala galip gelememesinin sebebi, iki bakış arasında hemen fark edilen, bu benzer değerlendirmedir.
Bilimin ayaklarını sürümesinin ya da tanrının insanları süründürmekten hazeden bir konumda vazedilmesinin bir tek sebebi var. Dünyada ki her şeyin sözde tüm insanların, özde ise bir avuç seçkinin emrinde oluşu, yaşam örüntüsünün onların inisiyatifleri ile kurulmasıdır.
Tarihin belli bir döneminde ortaya çıkan bu sistemin, son iki yüz yıldır yönlendiricisi Batı Toplumlarıdır. Batı toplumları bu üstünlüklerini, İlerleme teorisi ile kuruyor.
Bu, düşünsel hegemonyanın nasıl kurulduğunu ve nelerin üzerinde yükseldiğini düşünmeye, irdelemeye devam etmekte yarar var.
İlerleme teorisinin sızmadığı, etki etmediği bir yaşam alanı yok gibi.
Bu alanların başında sosyal ve ekonomik alanı da kapsayan emek, değer, refah ve zenginlik, vb en önemli kavramlar geliyor.
Geleneksel yaklaşımın bir türü şöyle diyor kısaca;
Bir toplumun refah ve zenginlik düzeyini emek üretkenliğinin yüksekliği belirler; emek üretkenliği ise son noktada, daha büyük ve başka enerji kaynaklarının üretim sürecine katılması demektir. İnsanlık tarihi ve insanlığın yaşadığı belli başlı toplum biçimleri, temel enerji kaynaklarına göre de sınıflanabilir ve bu tamı tamına farklı üretim biçimlerine de denk düşer.
Kabaca insanın kol ve kas enerjisine dayanan üretim “Vahşet”; bitki ve hayvanların ehlileştirilmesiyle birlikte, adeta güneş enerjisine dayanan organik robotlarla yapılan üretim “Barbarlık”; rüzgâr ve su gücü klasik tarıma dayanan tefeci ve bezirgân sermaye uygarlığı; fosil yakıtların enerjisine dayanan üretim de modern kapitalist uygarlık demektir.
Araya girip, bu gün gelinen nokta da ise evrimsel gelişimde yapay zekâ ve robotlara dayalı bir üretim sürecinin belirleyiciliğinde yeni bir gelecek, yeni bir sürecin eşiğinde olacağımızı düşünenler olduğunu söylemeliyim.
Emeğin yüceltilmesi sınıflı toplumlar tarihi açısından da yeni olgu. En fazla bin- binbeşyüzyıllık bir tarihe sahip. 20 yy da ise toplum örgütlenmesini otoriter, üstten aşağıya ışık sızmamacasına kurmayı hedefleyen iki sistemde de yüceltilmiş idi. Hitler Almanya’sının ‘Çalışmak özgürleştirir’, Sovyetler Birliğinin ‘Emek en yüce değerdir’ sloganlarından söz ediyorum. Bu irkiltici benzerliği not edip devam edelim.
Emeğe dayalı tarih kurgusu, modern insan türünün ortaya çıkışından, neolitik devrime kadar geçen zaman, yani Homo Sapiensin var oluşunun onda dokuzu; sadece kas gücüne dayanan son derece düşük bir emek üretkenliği düzeyinde; dolayısıyla sürekli bir kıtlık ve açlık tehdidi altında geçmiştir, diyerek kuruluyor. Bu kurgu bize de yabancı değil. Engels 1876 da yazdığı, Maymundan insana geçişte emeğin rolü, isimli makalesinde şöyle diyor;
‘Ekonomi politikçiler, emek bütün zenginliklerin kaynağıdır, der. Gerçekten de bir kaynaktır-ki bu kaynak, hemen hemen doğadan sağladığı materyali, zenginliğe çevirir. Ama bundan da sonsuz denecek kadar fazla bir şeydir. O, insanın tüm varlığının baslıca temel koşuludur ve belirli bir anlamda, bu öyle bir ölçüdedir ki, emek, insanı bizzat yarattı diyebiliriz.’
Bu kurguda söz edilen vahşet dönemini sona erdiren, yerleşik yaşam ve tarıma geçiş, insan tarihinin en önemli değişiminin, dünyamızı tüketme noktasına gelen uygarlık deneyiminin başlangıç noktasıdır gerçekten de. Bu süreçte, sonuçları göz önüne alındığında hiçbir keşif yerleşik yaşamın ve tarımın önüne geçemez. İkinci önemli faktörde emeğe biçilen roldür.
Dolayısıyla, yerleşik yaşam ve tarıma geçiş döneminde ne olduğu, sürecin nasıl ve neden böyle geliştiği tartışması günümüz dünyasının anlaşılmasında tayin edicidir, bana göre. Kurgu nasıl başlarsa öyle ilerler.
Son günlerin buluntuları ile değişimin başlangıcını, kıtlık teorisi ve tarıma geçişle başlatan tarih kurgusunun üzerinde de epeyce soru işareti doğuracak bulgu ortaya çıkmış durumda. Göbeklitepe ve Çayönü ören yerleri, yerleşik yaşama tarımdan önce geçildiğini ortaya koyan bulgularla dolu.
Bu ören yerlerindeki bulguların günümüzden 12-13 bin yıl öncesine tarihlendiğini ve bu dönemin buzul çağının sonlandığı dönem olduğunu belirtelim. İklimde gerçekleşen değişim özellikle dönenceler arasında kalan toprakların tümünde bir bolluğa yol açmış, daha çok güneş ışığı, daha fazla bitkisel ürün, daha çok bitkisel ürün, daha fazla hayvan anlamına gelmiş. İnsanlar içinse yenebilecek ürün bolluğu anlamına gelmiş bu gelişme. Yani tarıma geçişin nedeni kıtlık değil, bu bilgi kesin gibi artık.
Mehmet Özdoğan, Aktüel Arkeoloji dergisi ağustos sayısında kaleme aldığı makalesinde o günkü gelişmeleri; ‘…Neolitik yaşam ve özellikle tahıla dayalı beslenme modeli doğal çevrenin kısıtlı olanaklarının olmasına bağlanmaktaydı. Ancak artık Anadolu’nun, güneydeki yarı kurak ve kurak bölgelere oranla çok daha verimli ve zengin doğal çevre koşullarının, MÖ 12000 yıllarında tarıma ve besin üretimine geçmeden sabit yerleşmeler kurulmasını sağladığı anlaşılmaktadır. Büyük bir olasılıkla doğal çevre ortamının zenginliği kültürel dönüşümü hızlandırmış, insanları yalnızca beslenmeye yönelmekten kurtararak yaşamsal önemi olmayan ve kelimenin gerçek anlamıyla ‘sanat’ olarak tanımlayabileceğimiz işlere de yönelmesine olanak sağlamıştır.’ Diye anlatıyor.
Özellikle Çayönü yerleşimi, yaşamın avcı toplayıcılıkla sürdüğü, ama yerleşik bir yerdir. Göbeklitepe ise çevresinde tarımın keyif verici bir içki yapımı için yapıldığını düşündüren bulgularla dolu olan bir tapınma yeridir.
Bu bulgular en başta, tarıma geçişin yaşamını idame ettirme sıkıntısı çeken, arayış içindeki insanların keşfi olmadığını gösterir.
Bu bulgular, bir önceki dönemin, doğanın herkese eşit şekilde sunduğu ve ulaşımı herkes tarafından kolay olan beslenme yöntemini neden terk ettikleri tartışmasını, daha da önemli hale getirir. Tarım da yaşamın devamında insanlar tarafından kullanılan yöntemlerden biridir.
İnsanın en belirgin özelliklerinden biri, yaşamı için kafa yoran, istekleri ve arzuları doğrultusunda plan yapan bir canlı oluşudur. İkinci olarak, kendi yaşam koşullarında yaşamın devamı için en kolay, en kestirme yolu, en işlevli, kendine en yarayışlı olanı seçmesidir. Bu özelliklerin örneklerini, tüm insanlık tarihi boyunca gözlemek mümkün. Son bilimsel araştırmalar da, beynimizin olguları en basit ve kestirme yoldan algılamak için evrimsel süreçte programlanmış bir makine gibi çalıştığını ortaya koymaktadır.
Ne olduğu, ne yaşandığı tartışmasında, bugünkü kırsal alandan şehirlere akın, şehirlerin olağanüstü büyüklüklere ulaşması bize bir fikir verebilir. Şehirlerde yaşamın daha rahat, daha konforlu, yiyecek bulmanın daha rahat oluşu, iş olanaklarının fazlalığı, taşı toprağı altın İstanbul deyimi hala geçerliliğini koruyan bir deyimdir, vb etkenlerin bir benzerinin, buzul sonrası dönemde devreye girdiğini düşünmek doğru bir yönelim gibi gelir bana.
Dönenceler arası topraklar, durumdan bir şekilde haberdar olan birçok avcı toplayıcı grup için cazip alanlar olmuş olmalı. Buralara göç sonucu ve beslenme olanaklarında ki artışla beraber nüfusun da artmış olduğunu düşünmemek için bir neden yok gibi. Yerleşikliği teşvik eden ana etkenler bunlar bana göre.
Yerleşik yaşama geçiş iç yaşamın değişmesini de tetiklemiş olmalı. Basit ve herkesin fikrini söyleyebileceği bir yaşam tarzının yerini karmaşık bir yapı almış olmalı. Bu ise, düşünen ve çıkan sorunlarda toplumun önderi durumundaki büyük adam, bilge, çoban, öke gibi lakaplarla anılan kişilerin önemlerinin artması, planlamanın ve örgütlenmenin daha geniş ve karmaşık yapılması zorunluluğun ortaya çıkması demektir.
Bana göre ne olduysa burada oldu. Şimdiye dek diğer insanlarla beraber çalışmadan, çok az bir çaba ile yaşamını devam ettiren bu kesim, bu ayrıcalığını devam ettirme yoluna sapmış gibi duruyor.
Toplum önderlerinin uhdesinde, bitkilerin, tohumlarının saklanarak, ekilmesi bilgisinin daha eski olduğunu düşündürten epeyce bilgi de birikmiş durumda. İnsanlar tarıma geçmeden çok öncede bu bilgilere sahiptiler.
Özetle doğanın kendiliğinden, herkesin eşit şekilde erişebileceği ürün ortamının kökten değişimi anlamına gelen yerleşik yaşam ve artı ürünün ortaya çıkışı, yön göstericilik, çıkabilecek sorunlara çözüm üretme işini daha karmaşıklaşmasını getirmiştir. Toplumun çıkarları için karar alma ve uygulama, yani örgütlenme gündeme gelmiş, sorunda tam burada başlamıştır.
Önce yerleşik yaşam, sonrasında statü sahibi önderler eliyle iç yapıda farklılaşma ve ardından tam zamanlı tarıma geçiş sıralaması ile gerçekleşmiş görünüyor gelişmeler. Bu sıralama önemlidir.
Tarihi, zorunluluklar ve emek üretkenliğinin artması temelli kurgulayan anlatının, tersinin gerçekleştiğini gösterir. Tabi bu öneri sahiplerinin emekten söz ederken esasen kol, yani kaba emekten söz ettiklerini ve gelecek kurgularını da bunun üzerine kurduklarını da eklemeliyim. Emek ve çalışan kavramını yeteneklerini ortaya koyma amaçlı çaba içinde olan herkesi, müzisyenleri, ressamları, heykeltıraşları, mimarları, mühendisleri, tıp insanlarını, tüm bilim dallarında çalışanları vb kapsayacak şekilde genişletebiliriz. Ki bana göre bu tür çalışma, belki de geçmişin zorunlu olmayan çabasına en uygun olan çalışmadır. Severek ve isteyerek, tutkuyla yapılır. Oldukça verimlidir de.
Zorunlu çalışma ve kol emeği daha çok sistemin toplum önderleri tarafından çeşitli safhalarda yerli yerine oturması ile yerleşmiş gibi duruyor. Bu sonuçta baskı aygıtı olarak devletin ortaya çıkışının büyük payı var.
Sonuç olarak ise gelinen noktada, emek harcayarak yaşamak, toplumu oluşturanların ezici çoğunluğu için, sınıflı toplumun ve günümüzün bir gerçeğidir, artık. Toplumun-söz konusu ettiğim toplum tarımcı toplumlardır- verili koşullarında genel çoğunluğu açısından yaşamın devamı için tek geçerli seçenektir.
Yerleşik yaşam ve tarıma dayalı beslenme süreci ve sonraki bildiğimiz gelişmeler bu eğilimin yaygınlaşmasının ana zemini olmuştur. Ama tarım öncesi toplumlarında da, büyük adamlar tarafından örgütlenen potlaç şenliklerinde, tüm topluma gösterişli bir ziyafet hazırlama eylemlerinde fazladan çalışmanın ve artı ürün sağlama süreçlerine rastlandığını da hatırlamakta yarar var. Hatta Kuzey Amerika yerlileri arasında Kwakiutl kabilesinde bu fazladan çalışmanın kölelerce yapıldığı gözlenmiştir.
Dolayısıyla, çalışmadan emek harcamadan yaşamını devam ettiren insan tipinin, toplum yaşamını kendi ayrıcalıklarının devamı için yönlendirmeye başladığı bir durumla karşı karşıyayız. Günümüzde, bu tipin içine işverenleri, finansçıları, mafyayı, üçkâğıtçıları, dolandırıcıları, hırsızları, boşta gezerleri, serserileri de dâhil edebiliriz, bir anlamda binlerce yıl öncesinin beslenmek için çok az çaba sarfeden, tembel ve özgür insanın bozulmuş hali ve günümüz versiyonları olarak tanımlamak doğru olacaktır.
Ama şu da belirtilmeli, çalışmadan yaşama arzusu salt toplumun önderlerinin eğilimi değildir. Tüm insanlar için geçerli bir duygu ve davranış biçimi bu. Sistemin kurucuları tarafından da sürekli güçlenmesi ve diri tutulması için de çaba sarfediliyor ve parlatıyor. Sistemin rıza temellerinden biridir, günün birinde eğer çok çalışırsa, yeterince şansı olursa bol paraya kavuşma arzusu. Sistemin kaçınılmaz olarak böyle olduğu, ister tanrısal bir seçilim, ister piyasa seçilimi sonucu böyle yürüyeceği, başka bir dünyanın kurulamayacağı işlenip durur biteviye.
Hukuk denir, siyaset denir, dini vecibeler denir, gen denir, DNA denir, hangi gerekçe işe yaramaz hale gelirse, onun yerini bir yenisi alır. Gizlenen, sistemi planlayan kafanın, daha ilk baştan, en başından, kendisinden başka insanların emek ürünlerine el koyarak sahip olduğu ölçüde, düzeni oturttuğu gerçeğidir.
Yerleşik yaşam ve arkasından gelen gelişmelerle, toplumun gelişiminin bütün kazançları düşünen, işleri planlayan, diğer bireylere göre daha zeki olanların hanesine yazılmaya başlanmıştır. Ve bu düşünce tarzı, bu işin zaten böyle olması gerekir fikrine dönüşmüştür. Hala da egemen düşünce tarzı budur. Antik Yunandan bu yana da bu düşünce tarzına idealist düşünce tarzı deniyor.
Toplumsal gelişmenin, kuruluşun ana dayanağı karın nasıl doyuyor sorusuna verilen cevapta gizlidir.
Çözüm, toplumsal piramidin tek tek bireyler için tanımladığı tüm rolleri reddederek başlar. Yaşam örgüsü, her türlü ayrımcılığı reddederek yeniden örülmelidir.
İkinci olarak, çalışma zorunlu olmaktan çıkarılmalıdır.
Karın doyurma, sağlık, barınma, temiz suya ulaşma, eğitim vb ihtiyaçlar, çalışmaya bağlı bir hak olmaktan çıkarılmalıdır.
Kol ve kafa emeği arasında tüm ayrıcalıklar, yerelle gelişmiş ülkeler arasındaki farklılar reddedilmelidir.
Bunlar nasıl sağlanabilir? Yaşamın örgütlenmesi ile ilgili birçok ön kabulün üzerine soru işareti koyarak, yaşamın yeniden örgütlenmesinin önündeki engelleri temizleyerek.
Bunların başında, sistemin üzerinde yükseldiği, omurgası olan değer sistemini irdelemek ve ayrıcalıklı bakışı değiştirmek geliyor. Bugün egemen olan piyasa değeri kavramı terk edilmeli. Üretilen ürünlerin piyasa değerine göre değil, kullanım değerine göre takasını gerçekleştirmeli.
Peki, bu mümkün müdür? Üretilen ürünlerin kullanım değeri üzerinden el değiştirmesi, ne zaman, hangi ortamda, hangi anlayışla ve hangi yöntemle gerçekleşebilir?
Değer deyince, iki temelde belirlenen, bir kavramdan bahsediyoruz. Birincisi kullanım değeri. İkincisi piyasa değeri. Kullanım değeri, o ürüne ihtiyaç duyan insanın ihtiyacı demektir. Piyasa değeri ise, o toplumsal ortamda harcanan tüm sermayenin, emeğin ve toplumun devamını sağlayacak karlılık miktarını içerir. Kullanım değeri gibi somut bir temele değil, o toplumsal yapının tüm statüsel kabullerine ve hesaplanmasına dayanır. Yani toplumdan topluma değişebilir. Objektif bir kıstas belirlenmesi oldukça zordur. ‘Objektif’liği belirleyen o değeri dayatan toplumun gücüdür. Dünya çapında hegemonyada böyle belirlenir. Geri toplumların ürettikleri ürünler, hiçbir zaman gelişmiş toplumların ürünlerinin ederine ulaşamaz bu sistemde.
Verili üretim süreci ile kendini var eden sınıflı bir toplumsal yapıda, üretilen bir malın değerini belirleyen faktörler nedir? Kişilerin ihtiyaçları, yani talebin bir etkisinin var olduğu söylenebilir. Ama bu ancak malın olsa olsa fiatında dalgalanmaya yol açar. Değeri esas belirleyen etken o toplumsal yapıda, o malın üretilmesi için harcanan girdiler toplamıdır. Bunlar başlıca dört ana başlıkta toplanabilir. Birincisi, kullanılan hammaddeler için harcanan miktar. İkincisi, üretim sürecinde çalıştırılan işçilere ödenen miktar. Üçüncüsü, işletme giderleri artı sermayenin karı, dördüncüsü ise devletin koyduğu vergiler.
Bir ürünün ortaya çıkışında değerin toplumsal girdinin eklenmesi ile belirlendiğini ve verili toplumun yöneticilerinin tercihlerinin de önemli bir faktör olduğunu anlatan bir anlatım ile devam edelim.
‘…kimi ülkelerde, para basma masrafını hükümet, öteki ülkelerde ise, külçelerini darphaneye götüren kişiler kendi başlarına verir; hatta hükümet para basmaktan biraz gelir sağlar. İngiltere’de bu masrafı hükümet görür.
Darphaneye, bir libre ağırlığında tam ayarlı gümüş götürürseniz, içinde onun gibi tam ayarlı bir libre ağırlığında gümüş bulunan altmış iki şilin alırsınız. Fransa’da, para basımı için yüzde sekiz bir resim alıkoyarlar. Bu hem masrafı karşılar, hem hükümete bir gelir bırakır. İngiltere’de para basımı bedava olduğundan, geçer sikke, hiçbir zaman, gerçekte içinde bulunan külçe miktarından çok değerde olamaz. Fransa’da, para ile olduğu için, işçilik, (işlenmiş mutfak eşyası değerine katıldığı şekilde) değere eklenmiş olur. Bundan ötürü, içinde şu ağırlıkta safi gümüş bulunan bir Fransız para tutarı, içinde eşit ağırlıkta som gümüş bulunan bir İngiliz para tutarından daha değerlidir; satın alınması için, daha çok külçeye yahut başka mallara lüzum gösterir.’ (Adam Shmit. Milletlerin Zenginliği. İş Bankası yy. s. 510-11)
Bu alıntıyı seçmemin ana nedeni, değerin oluşması üzerine aynı ölçüte dayalı, farklı girdilere sahip oluşudur. Burjuva toplumunda değerin nasıl oluştuğu anlatan iyi bir örnektir.
Burada devlet faktörünün, zorun önemli bir işleve sahip olduğu söylenmelidir.
Eşitsiz bir güç dağılımına ve paylaşıma sahip bir ortamda, Üretim sürecinin örgütlenmesinde ortaya çıkabilecek seçenekler ilkece, sınıflı toplum koşullarında özel sektörün ve devlet sektörünün süreçteki ağırlıklarına göre dört biçim alır. 1. Özel sektör başattır. Devlet kolaylaştırıcı roldedir. 2. Devlet sektörü başattır. Özel sektör kolaylaştırıcıdır. 3. Tümüyle özel sektör vardır. 4. Tümüyle devlet sektörü vardır. Bu dört tipin, tarihsel süreç içinde biri hariç, örneklerine rastlanabilir. Üçüncü tamamen özel sektörün egemen olduğu bir üretim sistemi henüz ortada yoktur. Bu gerçeklik, verili üretim sürecinin devlet olmadan yürümeyeceğinin de kanıtıdır. Devlet olmadan olamıyorsa da, işleyişin doğal yasaların zorunlu sonucu olduğu da söylenemez.
Verili bir toplumsal yapıda, tüm girdilerinin ve çıktılarının, bundan kasıt devlet harcamaları, sermayenin karı, ham maddelere ve işçilere ödenenler, artı sürdürebilirliği sağlayacak bir büyüme oranını tutturacak bir oranın, üstünde bir değerin belirlendiğini söyleyebiliriz, rahatlıkla.
Bu yaklaşım toplumlar kadar, kişisel yaşantı beklentileri içinde geçerlidir. Yaşamdan ne bekliyoruz, standartlarımız nedir soruları temel belirleyicidir. Bunun pratik anlamı beklentileri ve yaşam standartları yüksek olan ülkelerin, dünya toplam üretiminden aldıkları pay da yüksektir ve bunu da, ürettiği her ürünün değeri, bu toplumun toplam girdi ve çıktısının üzerinde olan bir değer ile sağlarlar. İtiraz etmeye veya farklı bir yol izlemeye kalkan olursa da kuvvet ve cebir devreye girer.
Uygarlık dediğimiz süreçte oyun kurucuları, toplumun ürettiği artı değere el koyarak, rahat ve çalışmadan yaşamlarını ve bunun devamını, iki şeyin üzerine kurdular. Birincisi çıplak zor, ikincisi ise bu gücün yarattığı izafi değerler, yani parasal- maddi- kuvvet.
Bu saydıklarımın yanında bir de, bu duruma itiraz edilmemesi, gelişebilecek toplumsal muhalefetin önünü düşünsel planda kesebilmek için geliştirdikleri fikri yapılar var.
Bunları ise şöyle sıralayabiliriz; İlk merkezi yönetimlerde tapınakların ve bunların etrafında oluşan gücün önemli bir rol oynadığını biliyoruz. Tapınak kökenli olmak kendiliğinden tanrısal bir kökene dayanmayı getirmiştir. Tanrı ile doğrudan bir bağdan, mesaj getirmeye, konan hükümlerin taşıyıcısı olma gibi tarihte örneklerine sıkça rastlayabileceğimiz, versiyonları var bu fikri yapının. Çalışmak bu insanlar için bayağı görülen, küçük görülen bir eylemdir. Başka bir köken ise, kandan gelen bir bağdır.
Tarımla geçimini sağlayan toplumlar da geliştirilen bu argümanlar yerini, şehirlerin öneminin artması, ticaretin uluslararası bir alana yayılması, geçimin tarımdan sanayiye geçmesi ile ortaya çıkan emeğin yüceltilmesine bıraktı. Emek en yüce değerdi, ama toplumun yönetici kesimleri için değil.
Toplumsal Artı ürünün adil paylaşılmasına dayalı bir sistemin olmaması, geniş çoğunluğa karın doyurabilmeleri için çalışmaktan başka bir seçenek bırakmaz, bu sistemde de. Bir avuç kesim ise elini sıcak sudan soğuk suya değdirmeden yaşamını devam ettirir.
Yazılı tarihin her döneminde gücü elinde tutan bir merkez bölge, bir de ne yapsa durumu bir türlü toparlayamayan çevre vardır. Geliştirilen patent yasaları, telif hakları gibi anlayışlar diğer argümanlardır. Batı toplumu fiili üretimi kendi dışına taşıdığından beri, esas argümanlar bunlardır. Ama burada da ölçütler objektif değildir. Hemen akla gelen iki örnek; sıfır ve Mayaların tarım ürünleridir. Birincisi günlük yaşamın temel işleticisi haline gelen bilgisayar teknolojisinin dayandığı tabandır. İkincisi ise, tüm dünya mutfağının temel girdisini sağlamıştır. İkisi de Batı uygarlığının ürünü değildir.
Bu bakış açısı ayrıca kendine muhalif olabilecek bütün toplumsal kesimlerin arasına bıçak sokan ve birleşmeyi engelleyen bir anlayıştır. Bunu beyaz yaka, mavi yaka ayrımında, şehir ve kır ayrımında rahatça görebiliriz. Hatta üretim safhasında bile görülebilir.
Eşit bir paylaşıma dayalı ve herkesin özgürce dilediği gibi yaşabileceği bir toplumsal doku, bu sübjektif ölçüleri-toplumlar arası statü farklılığı- ve ikili değerlendirmeleri bir yana bırakan ve kullanım değeri üzerinden paylaşımı gerçekleştiren ve devamlılığı sağlayan bir anlayışla kurulabilir.
Saffet Bilen