Ankara Barosuna kayıtlı ama fiilen artık mesleğini yapmayan bir avukatım. Her ne kadar ikametgâhımız Ankara olsa da artık kendisi de avukat olan eşimle birlikte çoğunlukla doğum yerim olan Anamur’da yaşıyoruz.
Bilindiği üzere son günlerde malum basın ve yine malum TV kanallarında darbeye ilişkin haberler ve tartışmalar, kamuoyunun gündemine sıkça getirilir oldu. Bu darbe dedikodularının rastgele gündeme getirilmiş ya da sadece gündemi değiştirmeye yönelik olarak çıkarıldığına inanmakta zorlandığımı ifade etmek istiyorum.
Olası bir darbenin mevcut iktidar yandaşlarının çığlık çığlığa anlattıkları gibi olmayacağı, tüm demokrat ve yurtseverlerce bilinmekte olup, bu darbenin aslında nasıl olacağı iktidar ve yandaşlarınca da çok iyi bilinmektedir.
Ancak iktidarın dünden bugüne yaptıklarıyla gelecekte neler yapılacaklarının ipuçlarını verdiği kanısındayım. Özellikle 16 Nisan Anayasa Referandumuyla birlikte iktidarın geleceğe ilişkin tasarladıkları modelin hazırlıkları hızlandı ve bu hazırlıklar tüm hızıyla devam ediyor.
İktidarın tasarladığı yönetim modelin Ana kanuni yapısı Anayasa değişikliği ile gerçekleştirildi. Artık “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı altında tek adamlığa dayalı bir bu model, topluma öyle ya da böyle bir şekilde kabul ettirilmeye çalışılıyor. Ancak yerel kadrolarının böyle bir iktidar modelinin tasarımını tasarlayacak kapasiteden ve akıldan yoksun oldukları tartışmasızdır. Bu yöndeki politikaların Amerika’nın yol göstericiliği ve kontrolü dışında olduğunu söylemenin aşırı bir iyimserlik olacağı kanısındayım.
Tasarlanan ve uygulamaya sokulan yeni yönetim modeli için;
Yargı Yönünden;
- Anayasa Mahkemesinin üyelerinin seçimi,
- Hakimler ve Savcılar Kurulu‘nun yeniden düzenlenmesi ve üyelerinin seçimi
- Yüksek yargı Organları Başkanlıklarına kimin seçilmesi gerektiğine ilişkin yönlendirmeler
- Adli Teşkilatın yeniden Yapılandırılması (Sulh Ceza Hakimlerinin kontrol altına alınacak düzenleme)
- Yargıtay Başsavcılığı seçimi (En yüksek oy olan 5 kişi arasından birisinin 15 gün içinde atanması gerekirken 25 gün sonra atandı.)
- İstinaf Mahkemelerinin Kurulması (Bu yönde getirilmiş olan düzenlemenin yargılamaların sonlanmasını daha da uzatmaktadır.)
- Baro’lar ile getirilmek istenen düzenleme (Bu yönde getirilecek olan düzenleme ile kesinlikle savunma cephesinin parçalanması amaçlanmaktadır.)
- Yeni atanan Hakim ve Savcıların İktidar Partisinin taraftarları arasından seçilmiş olması (Böylece bağımsız olması gereken yargı ve her şeyden önce vicdanına uygun karar vermesi gereken hakimlerin yerine, tam anlamı ile Tek adama bağlı parti militanları hakim ve savcı kisvesi altında mahkemelere atandılar. Son günlerdeki Yüreğir CHP İlçe Gençlik Kolları Başkanı ile İzmir CHP eski İl Başkanı Yardımcının Sizin tabirinizle BAŞKAN BAŞKAN’ın konuşması sonrasında tutuklanmış olmaları, Sosyal medya üzerinden Cumhurbaşkanına hakaret edildiği gerekçesi ile 16.000 fazla kişi hakkında dava açtırılması, sanıkların mahkûm olmasının sağlanması bu tespitimi doğrulamaktadır.)
- Sorgusuz sualsiz sabahın köründe suçlamanın ne olduğu söylenmeden iki gazetecinin gözaltına alınması,
1982 yılından 1990 yılına kadar ülkenin her yerindeki Sıkıyönetim mahkemelerinde avukatlık yaptım. Sıkıyönetim Mahkemelerinde görev yapan gerek askeri gerekse sivil hakim ve savcıların büyük bir çoğunluğu herhalde Askeri yönetimin ila nihayet sürüp gitmeyeceğini bildiklerinden olsa gerek, sivil yönetime geçildiğinde kendilerine yöneltilecek bir takım suçlamalardan çekindikleri için Cunta yönetimine eklenmiş gibi görünmekten uzak durmaya çalışırlardı.
Ancak İktidar Partisinin kadroları arasından seçilerek yeni atanan Hakim ve Savcılar, hiçbir vicdani rahatsızlık taşımadan ve hiçbir şeyden çekinmeksizin mevcut kanunlara da uygun olmayan işlemler yapmakta ve kararlar vermekten çekinmemektedirler. Zaten Kamuoyu araştırmalarında yargıya güvenin %20’lerin altına düşmüş olması da bu savımızı doğrulamaktadır.
Yani özetle iktidar kendi kadrolarını mahkemelere yerleştirerek, tasarladığı sistemin yargı ayağını oluşturmuştur.
Barolarla ilgili düzenleme gerçekleştiğinde savunma cephesinin örgütlülüğü de parçalanarak dağıtılacak ve yargıdaki tüm engeller temizlenecektir.
Birden fazla Baro kurulması halinde, iktidarın görüşleri doğrultusunda davranmayan mevcut Baroların hepsi özellikle en başta Ankara olmak üzere İstanbul Barosu terörle bağlantılı gösterilerek kapatılacaktır.
Yürütme yönünden;
- Bakanlar Kurulunu belirlemek (Tamamı bir sekretarya olarak çalışan ve hiçbir yetkileri olmayan sadece Başkanın emir ve talimatlarını yerine getiren bu kurula ne kadar Bakanlar denebilir?)
- YÖK Başkanını, Tüm Üniversite Rektörlerini, Üst Kurul Başkanlarını, TRT, A.A Genel Müdürlerini atama, Diyanet İşleri Başkanını atama, Bütçe Yapma, Örtülü Ödenek Kullanma, Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarını atama, görevden alma vs.
Yasama Yönünden;
İktidarın tasarladığı ve tüm alt yapısı ile hayata geçirdiği yönetim modelinde T.B.M.M. hiçbir fonksiyonu kalmamıştır. Milletvekillerinin ve partilerin halkla bağı koparılmıştır. Kanun Taslakları Sarayda hazırlanıp, Mecliste Küçük! ortağın yardımı ile kanunlaştırılmaktadır. Sonuç olarak Parlamentonun hiçbir gücü yoktur. Sarayın kararlarını onaylayarak kanunlaştırma işlevini üstlenmiştir. Başkanlık Kararnameleri hiçbir engel çıkmadan yürürlüğe sokulmaktadır. Saray bürokratları partinin kadroları gibi herkese cevap yetiştirmektedirler.
Mecliste muhalefet milletvekiline (CHP’li Vekile) MHP’li vekil tarafından yumruklu saldırıda bulunulmuştur.
Artık devlet aygıtını oluşturan üç saç ayağı, Yasama, Yürütme ve Yargı tek adamın kontrolüne geçmiş bulunmaktadır.
Tüm yürütme erki tamamıyla tek adamın elindedir. Tüm silahlı güçler ile birlikte (ordu, jandarma, polis ve özel güvenlik güçleri) bekçiler ile ilgili Kanun Meclisten geçtiğinde artık mahallelerde, emir ve talimat verildiğinde silahlı güç olarak onlar da halkın karşısına çıkarılacaktır.
Böylece iktidar, tüm silah kullanma yetkisine sahip güçleri yönetme ve hükmetme yetkisinin mutlak sahibi olmuştur.
Ancak iktidara, hükmettiği bu silahlı güçler de yeterli gelmemiş olacak ki kendisine oy veren kitleyi de silahlı olarak örgütlemeyi ihmal etmek istememektedir. (Şehir efsanesi de olabilir ama 15 Temmuz’da Emniyete ait olup sokağa dökülen kitleye 200 bine yakın silah dağıtıldığı iddialarını ciddiye almak gerekiyor. Nitekim bu kayıp silahlardan biri ile Ankara’da bir cinayet işlendi.)
Bu kitleyi oluşturan bireylerin yapısı ile ilgili olarak, bir makaleden (HANNAH ARENDT’TE KÖTÜLÜK PROBLEMİ- Kemal BAKIR -Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi) alıntı yapmak istiyorum:
“Hannah Arendt’e göre, totalitarizmin amacı insanlar üzerinde baskıcı bir yönetim oluşturmak değil içerisinde insanların önemsiz, gereksiz olduğu bir sistem tesis etmektir. Bütünlükçü bu sistemin ve dolayısıyla da tek vücut iktidarın inşası ve idamesi ancak “kendiliğindenliğin” en küçük bir emaresinin dahi olmadığı, şartlı tepkiler ve kuklaların dünyasında mümkündür. Çünkü “insanlar ancak hayvan türünden insan örneği haline geldikleri zaman bütünüyle tahakküm altına alınabilirler” (Arendt 2014: 277). Bundan dolayı totalitarizm ilk etapta insandaki tüzel kişiliği ve devamında ise ahlâki kişiliği yani bir anlamda da vicdanı hedefler. Bunları yok ettikten sonra geriye kalan sadece bireyselliklerini yitirmiş “hepsi Pavlov’un deneylerindeki köpek gibi davranan, kendi ölümlerine [gaz odalarına] giderken bile kusursuz uyumla karşılık veren ve tepkimeye girmekten başka bir şey yapmayan insan yüzlü ölü gibi solgun kuklalar”ın, yaşayan cesetlerin fiziksel imhasındır.”
Bu ülkeyi emperyalizmin işgalinden kurtaran, bu ülkeyi kuran Büyük önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’e [1] her türlü küfür ve hakareti yapan, yaptıran bu iktidar; tek vücut bir iktidarın inşası ve idamesini gerçekleştirmek amacıyla “kendiliğindenliğin” en küçük bir emaresinin dahi olmadığı, şartlı tepkiler ve kuklalar dünyası için artık insan diyemeyeceğimiz yaratıklar yaratmaya çalışmakta ve bunu da kısmen başardığı görülmektedir.
İktidar böyle bir insan? tipi yaratılabilmesi için, eğitimde imam hatip okullarına ağırlık (Diyanetin Başkanı geçenlerde üniversiteye gelecek gençlerin en az %25’nin imam hatipli olması gerektiğini ifade etti.) verdiği saklanamaz bir gerçektir. Bu ülkede 14.000 kuran kursuna giden 500.000 öğrencinin olduğu yazıldı. Öte yandan Pandemi sonrası diyerek Devlete ait tüm orta öğretim okulları kapalıyken, yatılı kuran kurslarının açılması iktidar açısından anlaşılır bir şeydir.
Özetle iktidar, insanların tüzel kişiliği ile ahlaki kişiliğini ve devamında vicdanı yok etmeyi hedefleyerek bunları yok ettikten sonra bireyselliklerini yitirmiş kuklalar yaratmayı hedeflemektedir.
Bunun için bir taraftan diyanet, diğer taraftan 35 TV Kanalı ve bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda gazete hariç tüm yazılı basın devreye sokularak müthiş bir propaganda bombardımanı yapılıyor. İnsanların zihnine ket vurularak zihinlerin ufkunun açılmasının önüne geçiliyor.
Immanuel Kant’ın 1784 yılında bir gazetecin Aydınlanma nedir sorusuna; “Aydınlanma, insanın kendi kusuru ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi kusuru ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır.” yönündeki cevabının, tüm insanlarımıza rehber olmalıdır.
Maalesef iktidar, insanların aydınlanmasının önüne geçecek tüm bariyerleri oluşturmuş bulunmaktadır.
Ancak iktidarın bu çalışmaları, yerel seçim sonuçları sonucunda uğradığı yenilgi ile bir nebze de olsa sekteye uğratmış gibi görünüyor.
Özellikle İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlıklarının kaybı, iktidarın kan kaybetmesine yol açmıştır. Muhalefet bu büyük şehirlerde yaşayan herkese doğrudan dokunma olanağına kavuşmuş bulunmaktadır. Bu durum iktidarın ayaklarının altındaki halıyı kaydırmıştır.
Nitekim iktidar, Pandemi süresi boyunca muhalefetin elinde bulunan hiçbir belediyenin başkanları ile iletişim kurmayı bırakın, bu belediyelerin halka ulaştıracağı her türlü yardımının önünü kesmeyi adete kendine şiar edinmiştir. (Ekmek dağıtımlarının ve bağış toplanmasının önlenmesi, Belediye meclislerinde büyük engellemeler, özellikle HDP’nin kazandığı belediye başkanlarının görevden alınarak yerine vali ve kaymakamların kayyum olarak atanması, – Bu belediyelerde meclis çoğunluğu HDP’de olduğu için başkanlık için belediye Meclisinde seçim yaptırılmamaktadır-.
Bütün bu yaşananlar ve son olarak ta üç muhalefet partisi milletvekillerinin (biri CHP ikisi HDP) vekillikleri düşürülerek apar topar cezaevine gönderilmeleri, gerçekten gazetecilik yapanların tutuklanarak hapsedilmeleri, iktidarın oluşturduğu modelin iyice tahkim edilmeye çalışmasının bir parçası olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.
Artık Türkiye’deki rejimin adı “parlamenter demokrasi “olarak bile adlandırılamaz. Eğer hastalığın adı doğru bir şekilde konularak teşhis edilemezse, ona uygun tedavi de yapılamaz. O nedenle bu yeni oluşturulan rejimin adının açık ve seçik olarak doğru bir şekilde konulması gerekmektedir ki bu antidemokratik yapı ile mücadele yöntemlerini ancak o zaman doğru olarak saptayabiliriz.
Bunun için muhalefet partilerinin tümüne büyük bir görev düşmektedir. Hiçbir ayrışmaya gitmeden tüm muhalefetin cumhuriyet ve özgürlük şemsiyesi adı altında tek bir çatıda toplanması gerekmektedir. Bu kolayca yapılabilecek bir şey midir? Hayır, bu kolay olmayacak ama durum herhalde 1919’daki koşullardan daha kötü değildir. Her ne kadar o zaman bu ulus tüm olumsuzluklara karşın Mustafa Kemal’in önderliğinde başarıya ulaşmışsa, bizim bugün için yeni bir Mustafa Kemal ortaya çıkarak halka önderlik etmesini bekleyecek zamanımız yoktur. Elimizdekilerle yetinmek zorundayız.
Aksi halde iktidarın yerini iyice tahkim etmek için hayata geçireceği politikaları ve uygulamalarını demokratik yoldan önlemenin mümkünatı kalmayacaktır.
Bütün bu tespitlerden sonra burada en önemli soru, mevcut iktidarın gelecekte iktidarını iyice tahkim etmek amacıyla (yakın gelecekte) neler yapacağı sorusudur.
Tüm göstergeler bu iktidarın yapılacak olası bir seçimde iktidarı kaybedeceğini gösteriyor.
Burada “Olası bir seçim” ifadesi bilerek kullanılmıştır. Zira İktidar erken ya da zamanında bir seçime gitme yolundan uzaklaşmak için her türlü tahkimatını yapmaya başladığını düşünüyorum. Bu İktidar her hal ve şartta seçimden kaçacaktır. Seçim yapılsa ve seçimi kaybetse bile iktidarı terk etmek istemeyecektir. Nitekim İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin hukuksuzlukla tekrarının yapıldığı unutulmamalıdır. (Seçim tarihi yaklaşırken sınırlı da olsa bir savaş çıkarma gibi bir durumun gerçekleşmesi sonucunda olağanüstü hal ilan ederek seçimleri yapmama gibi seçenekler de iktidarın gündeminde olmalı.)
Bunun sonucunda muhalefet partilerinin yapacağı ya da Gezi’de olduğu üzere kendiliğinden gelişecek bir herhangi bir halk muhalefetinin de bastırılması gerekecektir. İktidar kendi açısından “GEZİ DİRENİŞİ”nden gerekli dersleri çıkarmış görünüyor.
İktidarın özellikle 15 Temmuz darbe kalkışmasından sonra yaptığı tahkimatlar dikkate alındığında, Tüm silahlı güçlerin iktidarın kontrolünde olduğu tartışmasızdır.
İşte yukarıdaki sorumuzun cevabı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Olası bir iktidar kaybında iktidarda bulunanlar, iktidarı bırakmamak için her türlü yolu deneyeceklerdir.
Bu durumda eğer halk muhalefetinin artarak devam etmesi halinde, iktidar bütün silahlı gücüne rağmen bu muhalefeti bastırmada yetersiz kalması durumunda, devreye yandaşlarından oluşan ve silahlanan paramiliter güçler (kendi seçmenleri) devreye girecektir. Yani ülke bir iç savaşa sürüklenmek istenebilir. Ülkenin sürüklemek istenilen bu çatışmaya, bir çatışma ya da iç savaş demek ne kadar doğru olur bilemiyorum. Zira çatışmanın karşılıklı en azından iki tarafı olur. Ancak bu azgın güruhun karşısında durabilecek örgütlü bir halk gücü ne yazık ki şimdilik yoktur. Korkarım ki böyle bir olay gerçekleştiğinde Endonezya tipi bir katliam olması tehlikesi vardır.
12 Eylül öncesi faşist katliamlara karşı halkın korunma refleksi, devrimcilerin önderliğinde bir nebze de olsa gelişmişti. Bu nedenle birçok katliam girişimi halkın bu örgütlü refleksi ile önlenebilmişti.
Bugünden tezi yok kötülük saçan bu örgütlü güce karşı, tüm Yurtsevenlerin hiçbir ayırım gözetmeksizin cumhuriyetin kuruluş felsefesi çerçevesinde örgütlenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Ancak bu örgütlenme biçiminin siyasi partilerin herhangi birinin çatısı altında olması doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Zira bu oluşturulmak istenen yeni sistem, siyaset literatüründe tanımlandığı anlamda klasik bir faşist yapı olmadığından, örgütlenme ve mücadele biçimi de farklı olmalıdır. Bu örgütlenmenin ve mücadelenin ne şekilde olması gerektiğinin de konuşulup ortaya konulması gerekmektedir. Bu örgütlenmenin şahıs bazında tek bir liderinin de olması sağlıklı olmayacaktır. Kurtuluş Mücadelesindeki oluşturulmuş olan yapı bize bir fikir verebilir diye düşünüyorum.
Şimdi söz bitti.
Artık Eylem zamanı.
[1] Falih Rıfkı ATAY Çankaya isimli kitabında Büyük Taarruzu öğrendiğindeki duygularını tereddütsüz her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yürekten paylaşır.” Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal, sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim… Konuşmak için dilim, yazmak için kalemim tutuldu. İkdam’daki Yakup Kadri’yi arayıp, ilk vapurla İzmir’e gitmeyi teklif ettim.” … Nemiz varsa, Bağımsız bir devlet kurmuşsak, bir vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuz batının, vicdanımızı ve kafamızı doğunun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferi’ne borçluyuz. (Kaynak: Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 1961)