Son günlerde Katar Krizi olarak takip ettiğimiz gelişmelerin üç ana çizgisini ayırt etmek mümkündür.
Bunların ilki, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında uzun süre Amerika Birleşik Devletleri (ABD) tarafından ekonomik ve siyasal planda desteklenen aktörlerden bazılarının değişen durum gereği gözden çıkarılmış olmasıdır. Kontrolden çıkma emareleri gösteren Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), Hamas ve Mısır’daki Müslüman Kardeşler hattı bir süredir tasfiye edilmeye çalışılmaktadır. Mısır’da Muhammed Mursi’nin devrilmesiyle başlayan süreç Hamas’ın tecrit edilerek Filistin ve dünya siyasetinde tedricen zayıflatılması ile devam etmiştir. Ülkemizde yaşanan darbe girişimi ve Suriye’de IŞİD’e karşı YPG’nin ana aktör olarak konumlandırılması da stratejik planda güçler dizilişindeki değişikliğe işaret etmektedir. Bir başka ifadeyle, kullanım süresi dolan eski müttefiklerin yerini yenileri doldurmaya başlamaktadır.
İkinci ana çizgi, İran’ın, Irak ve Suriye’deki konjönktürden yararlanarak kurduğu Şii eksenli irili ufaklı örgütlenmelerin dağıtılması ve bu ülkenin tecrit edilerek tehdit olmaktan çıkarılması politikasının yaşama geçirilmesidir. Bu ise İran’ın bölgede son zamanlarda artan hareket kabiliyeti nedeniyle fazlasıyla zaman ve enerji isteyen bir süreçtir. İran’ın İsrail üzerindeki baskısının azaltılması, özellikle Lübnan Hizbullahı üzerindeki denetiminin “imkanları” düşünülürse, ABD için kritik önemdedir. Bunun için Suudi Arabistan’ın aktif desteğine ihtiyaç duyulmaktadır. Suudi Arabistan’ın etrafında oluşmaya başlayan yeni blok, İsrail ve müstakbel Kürt devleti ile birlikte, ABD’nin bölgedeki gözde müttefikleri olarak ortaya çıkmaktadır. Suud rejimi en başından beri kendi güvenliğini ABD’ye ihale ederek varlığını sürdüren bir yönetimdir. Petrol gelirleriyle ileri teknoloji ürünleri ve silah ithalatına dayanan son derece verimsiz ve müsrif bir ekonomik yapılanmaya sahip bu ülke, kısa zaman önce ABD ile yeni bir silah alımı anlaşması imzalamıştır ve rolüne hazır görünmektedir. İran’ın yakın zamanda meydana gelen terör saldırılarından Suudi Arabistan’ı sorumlu tutması, yukarıda açıklanan konjönktürle birlikte düşünüldüğünde anlamlı görünmektedir.
Üçüncü olarak, Katar sermayesinin giderek artan etkinliğinin kontrol altına alınması gereği ifade edilebilir. Katar, ancak diğer ülkelerin yarattığı olanaklar ölçeğinde bölgeye açılarak potansiyelini ortaya koyabilen bir ülkedir. Nüfus, coğrafya ve tarihsel açıdan taşıdığı sınırlılıklar, bu ülkeyi farklı bir strateji izlemeye zorlamaktadır. Ekonomik araçları kullanma biçimiyle mevcut gücünün ötesinde bir siyasal etkinliğe ulaşan Katar’ın kontrol altına alınması, Ortadoğu’da petrol geliriyle siyaset yapma tekelini kaptırmak istemeyen Suudi Arabistan açısından da önemlidir. Ülkemizde de Finansbank’tan Digitürk’e kadar pek çok önemli yatırımı bulunan Katar sermayesinin denetlenmesi, ABD emperyalizminin ülkemizdeki kriz dinamiği üzerindeki araçları daha rahat kullanabilmesine yol açacaktır. Zira mevcut makro ekonomik denge göz önüne alındığında finans akışının sürekli kılınması kritik önem taşımaktadır. Katar sermayesinin yön değiştirmesi ABD emperyalizminin mevcut iktidar üzerindeki baskıyı artırmasına ya da onun üzerinde yeni yetenekler kazanmasına neden olabilir.
Sonuç olarak, ülkemizdeki ve bölgemizdeki bütün gelişmeler aslında birbirinin içinden çıkan karmaşık güç ve çıkar ilişkilerinin bir parçası olarak görüldüğü sürece anlam kazanmaktadır. Bu gelişmelerin seyrine müdahale edecek özgün araçlar yaratılmaksızın gelişmeler üzerinde söz sahibi olmak mümkün görünmemektedir. Bu ise her zamanki sorunu tekrar gündeme getiriyor; nasıl bir ülke için nasıl bir siyaset istiyoruz? Bu sorunun yanıtlanması artık bir tercih değil, bir zorunluluktur.