Amerikancı darbeler ile Amerikancı iktidarlar birbirini izleyerek bugünkü yağmacı ve
gerici düzeni oluşturdu. Türk sağı daima iki işbirlikçi kesimin yani İ. Terakki’nin ve Hİ varyasyonları arasında gidip geldi ama ibre sonunda Hİ’ye eğildi ve sonunda orada takılıp kaldı. İkisi arasındaki düşmanlıkta karşılıklı komplolar küçümsenmeyecek bir yer tuttu. Nihayetinde her ikisi de rollerini emperyalizmin iplerine bağlı olarak oynuyordu.
Yer Yerinden Oynarken-Mehmet Tanju Akad
1
CHP bir mücadele programı oluşturamamış, günübirlik tavırlarla işi götürüyor. Niyeti meçhul. MHP ise adeta ülkeyi terk etmiş, Mars’a taşınmış, sadece başkanı ara sıra tabanın gazını alıyor. Hiç değilse niyeti belli. BDP’ye gelince, açıkça “ben sadece AKP ile pazarlığımı bilirim o kadar” diyor. Diğerlerinin hepsini toplasan (akıl ve oy olarak) yüzde bir etmez. Eee! Türkiye halkı kaldın mı gene tek başına. Şimdi N’eetçez gari.
2
Yahu bu kadar olay meydana geliyor, şu YETMEZ AMA EVET diyenlerden biri dahi ortaya çıkıp özür dilemedi. Halbuki bu iktidarının bu kadar pervasız olmasında büyük günahları var. Referandum geçmeseydi yağmacılar bu kadar pervasız olamazlardı. Bazıları en pişkin şekilde şimdi iktidarı eleştiriyor. Kimileri de daha dün kalemlerini satmış olan bu gazetecilerin ya da akademisyenlerin makalelerini paylaşıyor. Beyler, hanımlar… Lütfen DİKKAT! Sonradan uyandılar(?) diye bunları paylaşıp meşrulaştırmadan önce bir dakika durup düşünün. Akan her damla kanda payları var. Lütfen yani!
3
HAYIRDIR İNŞALLAH !!! …. KUVVETLİ BİR RÜYA TABİRCİSİ ARIYORUM…
Yemeği biraz fazla mı kaçırmışım ne, garip bir rüya gördüm. Federal Almanya başbakanı (ama şimdiki değil, kim olduğu anlaşılmıyordu) Polonya sınırına 36 bin Protestan militan yığmış. Bunlar sınırı geçip Polonya’daki Katolikleri öldürüyorlar (tabii arada kendileri de ölüyor) hatta geri dönüp Almanya’daki Katoliklere “sıra size de gelecek” diye ellerini boğazlarına götürüp işaret yapıyorlar. Alman polisine, askerine “bunlara dokunmayacaksınız, ne isterlerse verin” demişler. Bunlar bir yandan da bombalar filan patlatıyorlar. Ter içinde uyandım. Bir anlam veremedim. Bir hukuk devletinde bunlar olamaz diyenlerin tepesinde kargalar dolaşıp gülüyordu, yani gaklıyordu ama ben gülmeye yordum, belki başka bir şey diyorlardı. Nasıl tabir edilmeli bu acep… Yani kuş çıktı diye piyango almalı mıyım? Yoksa ülkemize bir kısmet mi var?
4
VEFA VE PAYLAŞIM…
Bazı iyi insanlar gerici güçlerle ve yabancılarla işbirliği açık olan eski solcuların yazılarını paylaşıyor. Bu kişilerle arkadaşlığın devam etmesini anlarım. Benim de “yetmez ama evetçi” olan ama çok kızdığım halde (bazılarıyla) merhabalaştığım bir dizi eski arkadaşım var. İyi günde, kötü günde o kadar sevinci ve sıkıntıyı paylaşmışız, farklı düşünüyoruz diye selam sabahı kesecek değiliz. Bir fincan kahvenin kırk yıllık hatırı var. Ama onların siyasi yazılarını paylaşmaya gelince iş değişir. Geçmişteki karanlık günlerimizde emperyalizmle işbirliği halindeki gerici güçlerin kucağına atlayıp onlardan demokrasi beklemiş olanlara karşı hoş görülü olmak onların tercihini onaylamak ve meşrulaştırmak demektir. Kaldı ki yeni faşistlerin eskilerinden iyi olmadığını onlara yeterince hatırlatmıştık. Arkadaşlık ile diğer şeyleri ayırmak gerekir. Haa!, kimseyi ilgilendirmez diyenler olabilir. Evet, kimseye bir şey empoze edemeyiz. Hatta bunu büyük bir mesele de yapmayız. Ama paylaşanların da bunun etkilerini düşünmelerini bekleriz. Hepsi bundan ibaret.
5
Tüm bu olup bitenlerin iki temel nedeni var. Diğerleri bunlara bağlı.
Birinci neden rant paylaşımı ve yağma hırsıdır. Bunun için şeytanla bile işbirliğine girerler. Doğaya, insana, geleneğe, hiçbir şeye aldırmazlar. İnancı da kullanırlar. Yaptıkları her şey hem dine, hem de hukuka aykırıdır, takiyedir. O kadar alçaktırlar ki, üç lira komisyon için ülkeyi yüz liralık zarara uğratmaktan zerre kadar vicdan azabı duymazlar.
İkinci neden İtilafçı kinidir. Bu, yüz küsur yıldır bir damla bile azalmayan, hatta (bir kindarın ifadesiyle) her geçen saniye katlanarak artan bir intikam hırsıdır. Bu kin olmasaydı emperyalizm bu topraklarda bu kadar çok işbirlikçi bulamazdı.
Bunları veri alarak düşünmeye başlayalım ki, kolay ve çabuk başarı hayaline kapılmayalım.
6
Şeref
1950’lerde Cezayirliler kurtuluş savaşlarını yaparken hepsi Atatürk’ü düşünüyordu. DP hükümeti Fransızlara ve NATO’ya yaranmak için onlara sırtını döndü. Aradan yarım asır geçti ama hala bir Cezayirli görsek utancımızdan başımızı eğmek zorunda kalıyoruz.
Türkler Haçlı Seferleri’nden beri İslam dünyasının tek koruyucusu idi. Gucarat, Tipu Sultanı, Ace halkı hep Osmanlı’dan yardım istedi. Bazılarına az da olsa yardım gönderilmeye çalışıldı. Ama günümüzde ne oldu. Batılıların İslam alemine her saldırısına piyon olmaya başladık. Karşı çıkanlar dışarıdan yönlendirilen komplolara kurban edildi. Bununla yetinmediler, Kilis, Osmaniye ve en çok Hatay’ı Suriye’ye karşı onbinlerce teröriste üs yaptılar. Suriye’de 2 yılda 95 bin kişi öldü. Daha on binlercesi katledilecek.
Emperyalizmin kuklası iktidarlar sadece içeride değil, dışarıda da utancımıza utanç ekliyor. Sayısız başka şeyin yanında şerefimiz için de direnmeliyiz.
7
Uzun vadeli kampanyaları da düşünmek gerekir:
YÖNETİMİN MEŞRULUĞU ve SANDIĞA SAHİP ÇIKMAK
Yönetimin demokrasi anlayışında samimiyet ve dürüstlük bulmak mümkün müdür? Geçmiş seçimlerde işlenen suçlar ortaya çıksa çok iyiydi ama olan olmuştur. Şimdi geleceğe bakmalı, hilesiz seçimler için yapılacak çalışmaları aralıksız gündeme getirmeliyiz. Son aya bırakılırsa gene oldu bittiye getirirler. Bu aynı zamanda meşruiyet sorununu gündemde tutacaktır. Sayısız hukuk ihlali vardır ama seçim hileleri meşruiyet açısından ayrı bir önem taşır.
Bilgisayar uzmanları hileyi önlemenin tek yolunun oyların açık dökümü yapılarak sandık toplamlarının alınması olduğu söylüyor. Tabii bilgisayar programları da denetlenebilir diyorlar ama başka bir programın devreye sokulması sadece birkaç saniyede gerçekleşebilir. (49/51’e ayarlanan hileli bir program sadece 100 satırlık bir ilave gerektiriyormuş, 10.000 olsa ne fark eder). Ayrıca seçmen listeleri ile sandık başı hileleri için de dikkat edilmelidir. Bu arada, muhalefet partilerinin de önceki seçimlerde hilelerin örtülmesi yönünde bir tutum aldığına dair kuvvetli işaretler var. (CHP’nin “bir yerden maaşa bağlananlarının” sandık toplamlarını merkezi denetime almamak için içeriden gayret gösterdikleri söyleniyor. Somut kanıt yok ama olduğunu sanıyorum). Bu partinin yapacakları kadar yapmayacakları da çok önemli bir gösterge olacaktır. Seçim sonuçları ancak örgütlü bir şekilde denetlenebilir. CHP’yi de iteklemeli ama bu işi onlara bırakmamalıyız.
8
Hoşgörüsüzlük
Hoşgörüsüzlük ile yağma arasında bir ilişki var. İngilizler Hindistan’ı yağmalarken Hintlilere karşı sonsuz bir ırkçılık ve aşağılama tavrıyla zulmediyorlardı. Yağma bitince nedense hoşgörüleri geliverdi. Bir kısım yerli “şey”ler (yani onlar) dışarıyı yağmalayamayınca Anadolu ve Trakya’yı yağmalamaya başladılar. Yaptıkları haksızlıklara ruhen hazırlanmak için nefret söylemleri geliştirdiler. Bu nefret ideolojik/sınıfsal, etnik veya dini olabiliyor. Dikkat edin. Hangi kesim toplu zulme uğramışsa, servetleri de yağmalanmıştır. Tarihin övünçlü sayfaları kadar kirli sayfalarını da bilmeden günümüzü anlayamayız. Öte yandan zulme uğrayanlar da ilk fırsatta zalime dönüşürler. Nefret bulaşıcıdır. Dünya tarihinde bunun binlerce örneği vardır, hatta istisnası çok azdır diyebilirim. O halde gerçek hoşgörü nasıl hakim olur? Biraz düşünelim. Sonra tartışırız.
9
Can kayıplarımız, on bin yaralı ve intiharlar…
RUHSATSIZ YAPILARDAN NASIL BİR ŞİDDET ÇIKAR?
Türkiye’deki yapıların dörtte üçüne yakını ruhsatsız. Bunun sadece çarpık kentleşme yarattığını düşünüyorsanız yanılırsınız. Kaçak (ve muhtemelen kötü) bir yapıda doğup büyümüş olmak insanların çoğunun ruhunu da incitir ve besinsiz bırakır. Şimdi göstericilere sonsuz bir hınçla vuran polisleri, palayı kapıp fırlayan (adı neyse)leri düşünün. Onda dokuzu o kaçak mahallede büyümüştür. Kaçak olmayan düzgün yapılarda oturduğunu düşünerek nefret ettiği insanlara karşı bütün ömrünce biriktirmiş olduğu hınçla vurmaktadır. Atmış yıl önce kente göçle başa çıkamadığı için çarpık kentleşmeye göz yuman yönetimler aynı zamanda bu insan tipini de yaratmıştır.
(Benzer bir insan tipi batının gettolarında ortaya çıkmış, hiç bitmeyen bir şiddetin ürediği kent bataklıkları kalıcı bir miras olmuştur. Batıda 1800’lerden itibaren anarşizmi ve suç örgütlerini doğuran pislik ve yoksulluğun yanında bizim kaçak mahallelerimiz gene de cennet gibi kalır.)
Şiddete yatkın yurttaşlarımızın kini, yoksulluklarının temel nedeni olan dışa bağımlı yağmacı kapitalizme değil, düzgün ve çağdaş bir hayat isteyen insanlara yönelmiştir. Muhtemelen bir kısmı da şiddeti bir yol olarak gösteren örgütlerden ve cemaatlerden etkilenmiştir. Ruhsatsız yapılardan gelenler park ve yeşillik değil, otomobil ve avm istemektedir. Park isteyenleri de önünde engel olarak görmektedir. Bu kesim ağaçsız sokaklarda oynamış, bahçesiz okullarda okumuş, müzeye ve tiyatroya gitmemiş, insan ruhunu besleyen güzelliklerden mahrum kalmıştır. Ve naçizane gözlemlerim (ki az değildir) bu çocukların sevgisiz büyüdüğü yolunda. (Marazi bir sahiplenme duygusunu sevgi ile karıştırmamak gerekir). Ebeveynlerinin ilgisinden yoksun büyüdükleri gibi, tarih boyunca çocuk eğitiminde en büyük rolü oynamış olan büyükanne ve büyükbabalarının yanında da olamadılar çoğunlukla. Gereken aile sevgisi dozuyla ve güzelliklerle, doğayla, sanatla ve edebiyatla beslenmediler. İnsan sevgisinin, doğa sevgisinin, adalet duygusunun temellerini almadılar.
En büyük sorunumuz belki de budur. Rusya ve Çin örneklerinde görüldüğü gibi, hiçbir siyasi rejim bunu düzeltemez. Bu nedenle buna şimdi başlamamız, her birimizin kendi olanaklarıyla bir şeyler yapması gerekir.
Bu arada asker ve polis intiharları da manevi gıdanın eksikliğine bağlıdır. İnsan ruhunu besleyen üç şey sevgi, sanat ve bilgidir. Kötü yetişenlerde bu üç vitamin de eksiktir. Nitelikli insanlar zorlukları bir mücadele vesilesi olarak görürken bu çocuklar çare üretememekte, kendilerini bir kapan içerisinde görüp ruhen çökmektedir. Aynı şeyi sıkıyönetim zindanlarında da görmüştük. 3 vitamini almış çocuklar olayı bir spor gibi karşılarken bundan yoksun olanlar hemen yıkılıyordu. Birkaç istisna elbette vardı.
10
Türk solunu iğdiş edenler şimdi forumları sabote ediyor. İlk günlerin şaşkınlığını atlatan liboş tayfa ortaya çıkıp hareketleniyor…
NİYETİNİ GİZLEYENLERİ NASIL DEŞİFRE ETMELİ…
Düşmanı tespit kolaydır da, dostların arasına karışanları görmek hayat tecrübesi ister. Bunlar nerede ortam bulurlarsa (virüs gibi) oraya karışırlar, çok bağırıp öne çıkarlar ve en sinsi şekilde işleri bozmaya bayılırlar. Bazen iktidara karşıymış gibi görünürler ama aslında “bağımsız” Cumhuriyet’e karşıdırlar. En çok görüldükleri ortamlardan birisi de solcuların arasındadır. Hak savunucusu gibi konuşup emperyalizmin politikalarına kapı açarlar. Bazıları inancı da ülkeye düşmanlık için kisve yapar. Sıkıştırırsan seni faşistlikle itham ederler. Solda görünenleri Türkiye için tek yolun mücadeleyi bırakıp dünya halklarıyla ortak davranmak (BU ASLA TANIMLANMAZ) olduğunu iddia ederler. Temelde hiç anlamı olmayan farklı görüşler ortaya atarak halkın mücadelesini bölerler. En nefret ettikleri kelimeler TÜRKİYE, BAĞIMSIZLIK VE ANTİ-EMPERYALİZM’dir. Bu konuları açıp üzerlerine giderseniz onları daha kolay deşifre edersiniz.
11
Hoşgörü kavramının ortadan kalkması için…
Günümüz toplumlarında gerçek bir hoşgörünün olduğu, ya da kolayca elde edileceği varsayılamaz. Olgun bir toplumda ise hukuk devleti vardır (ya da olması gerekir – filvaki bunun da bir ideadan ibaret olduğu tartışılabilir ama iyiye yönlendiren bir ideadır). Hoşgörüsüzlüğü ve bunun çirkin bir yansıması olan nefret suçlarını kontrol altında tutan şey o hukuk devletidir…. İyi bir hukuk devleti tüm yurttaşlarının farklılıklara -tabir caizse- alışmasını, giderek farklılıkları görmez hale gelmesi (görmezden gelmesini değil) için gerekli eğitimi sağlar ve diğer tedbirleri alır. Uzun (bayağı uzun) ve tüm halkı kapsayan eğitim sürecinden sonra zaten toplumsal anlamda hoşgörü diye bir kavrama gerek kalmaması (ya da en azından bunun gündeme çıkmaması) gerekir.
Irkçılık ve ayırımcılık kini olmayan bir çocuk için hoşgörü kavramına gerek var mıdır?
Gerçek bir hukuk devletinde ırkçılığa ve inanç dayatmacılığına dayanan her türlü nefret suçu kovuşturulmalıdır. Sadece bununla kalınmamalı, bunlar toplumun çoğunluğu tarafından da şiddetle reddedilmelidir. O halde bu konuda temel halkalardan birisinin hukuk devleti olduğunu söyleyebiliriz. Yeterli mi? Tabii ki değil ama gerekli bir ön koşuldur. Pekala, hukuk devletinin koşulları yoksa, ve görünen gelecekte de olmayacaksa (bunu oluşturmaya çalışmanın dışında) ne yapmalıyız ? Elcevap: mağdurları ve muhtemel mağdurları korumalıyız. Sonuçta insanlığı ayakta tutan idealizmdir.
12
Zayıf ve güçlü yönleri…
Türkiye üzerindeki kabusu yaratanların desteklerini, güçlü ve zayıf yönlerini iyi analiz etmek gerekir. Bunlar yarım yüzyılı aşan bir devamlılık içerisinde mevzilerini çok sıkı bir şekilde inşa etmişlerdir. Temelde dışa bağlanmış bir rant ekonomisi ve çıkar birliğini, bunun üzerinde de devlet kurumları, yerel yönetimler ve siyasi partilerin denetimini sağlamışlar ve hepsinin üzerine de ideolojik araçlarını (basın, edebiyat TV, üniversiteler vs.) kurmuşlardır. En güçsüz yönleri ise bu sıranın tersinedir. Yani, ideolojik araçları çok güçlü görünse de aslında koftur. Üniversitelerde daima özgürlük esintileri gezinmekte, gazetecilerinin pespayeliği paçalarından akmakta, sözde sanatçılarının, bilim adamlarının satılmışlığı ayyuka çıkmaktadır. Demokratik ve bağımsızlık bir Türkiye idealini karalamak için bütün yoğun çabaları boşunadır. Bu nedenle daha ilk karşılaşmada kaba güç kullanma seçeneklerini gündeme getirmek zorunda kalırlar. Rant ekonomisi ise en güçlü yönleridir çünkü milyonlarca kişi, mülk sahipleri arasındaki hiyerarşiye bağlı olarak yağmadan irili ufaklı pay alıyorlar. Birileri ihaleyi götürürken diğerlerine de bir arsa veya belediyeden bir çıkar düşüyor.
13
Yedi “şey”ler: tecessüsüm hala zail olmadı.
“Şey” diyorum çünkü hiçbir terim bunları tanımlamaya tek başına yetmiyor.
Merak ettiğim konu (dünya basın tarihine şimdiden geçmiş olan olay), yani yedi gazetenin (HaberTürk, Sabah, Zaman, Türkiye, Bugün, Star, Yeni Şafak) aynı gün aynı başlığı nasıl attığıdır. Gerçi üstat Erbil Tuşalp bunu tarihi örnekleriyle açıkladı ama benim merakım bunun pratikte nasıl hayata geçtiği. Birisi bunlara tek tek telefon edip başlığı dikte mi etti. Yoksa bunlara genel bir talimat verildi de kendi aralarında istişare mi ettiler. Hepimiz aynı başlığı atalım da vurgusu derin olsun mu dediler. “Şey”lerin ağız birliğinden, teksesli güçlü bir çıkışımız olsun diye düşünmüş olabilirler mi? Bunu yaparken düşecekleri durumu hesap etmedikleri söylenebilir mi? Buna aldırmadılar mı, yoksa tam tersine özellikle mi istediler? Ayrıca, ortak politika belirlemeyi ne sıklıkla yapıyorlar. Genel bir hat veriliyor da buna uymaları kendi insiyatiflerine mi kalıyor, yoksa daha sıkı bir koordinasyonları var mı? Bilenler, duyanlar anlatırsa sevinirim. Bir şey fark edeceğinden değil. Sadece mırnavın mevtine yol açan tecessüsten.
14
SİYASETİN FAZLASI İNSANI BOZAR… ama …
DOĞAYI KORUMAK İÇİN de BAŞKA ÇAREMİZ YOK…
Yaklaşık iki aydır (hiç sevmediğim halde) siyasetle yatıp siyasetle kalkıyoruz. Mayıs başında kaleme aldığımız “yaklaşan felaket” yazılarında kötü şeylerin geldiğini hissetmiştik ama böyle bir direniş aklımızın ucundan bile geçmemişti. Akabinde (Blek’in sevdiği laf) lise günlerimizin siyasi heyecanları bizi tekrar teslim aldı. 1968’lerde yaşadıklarımıza benzer duygular başımızı döndürmeye başladı. Bereket versin yeni nesil bizden daha akıllı. Olayların akışına kapılıp gitmiyor. Nerede frene, nerede gaza basılacağını biliyor. Onlara akıl vermek bir yana, akıl almamız gerekir (siyasetten artık nefret eden benim gibiler için ne işe yarayacaksa!). Tecrübe eksikliklerini de kendileri tamamlayacak. Her nesil kendi hatalarını yapmak zorunda. Başka türlü öğrenilmiyor. Ne var ki hayat siyasetten ibaret değil. Hayatın en büyük çelişkisi de insan ile insan arasında değil, insan ile doğa arasında. Biz kendi aramızda boğuşup dururken doğa bizim hesabımızı görmeye hazırlanıyor. Heyhat! (en sevdiğim nidalardan biri) gel gör ki, bu konuda bir şeyler yapmak için de siyasete bulaşmak zorundayız. Doğayı sadece sermaye için bir yağma alanı olarak görenler devleti ve belediyeleri bu işe alet ediyor ve bize siyasetle ilgilenmekten başka hiçbir çıkış yolu bırakmıyorlar. Savaşı onlar ilan etti. Ya kabul edeceğiz ya yok olacağız.
15
Kötü Alışkanlığımız: TANIMLAMADAN KONUŞMAK
Bu her zaman çok büyük bir sorun olmuştur. Adam “demokrasi” diyor ama aklından ne geçiyor. Soyut ilkeleri mi kast ediyor, somut kurumları mı, demokrasi kültürünü mü, yoksa hukuk devleti içerisinde hak aramayı mı? Bilmiyoruz. Bilmediğimiz gibi biz de kendi aklımızdan bir anlam veriyoruz. Uzlaşmayı kast ediyor herhalde veya kurallara uyarak yaşama talebini dile getiriyor diyoruz. Meğer (mesela) hiçbirisi değilmiş. Demokrasi derken kendine hak gördüğü (ama başkaları için savunmadığı) şeyleri ne pahasına olursa olsun istiyormuş. Lütfen herkes ne kast ettiğini tanımlayarak konuşsun.
İşin kötüsü terimler kasıtlı olarak yanlış kullanılarak bozuluyor. Örneğin “ulusalcı” kelimesi. Mensubu olunan ulusa sahip çıkmayı ifade etmenin bir aracı olarak kullanılan söz. Yurtsever (patriot) anlamına gelebildiği gibi, ulus yıkıcıları tarafından “milliyetçi” (nationalist), hatta “faşist” (fascist) anlamına kullanılıyor. Ancak böyle kullananların kendileri başka ulusların en şöven milliyetçi eğilimlerinin sözcülüğünü yapıyor çamur atarken. X ulusuna mensup olursan “yurtseversin”, Y ulusuna mensup olursan “faşistsin.” Yani Y ulusu içerisinde birbirleriyle savaşan yurtseverlerle faşistler siyasi olarak aynı kefeye konuyor. Bu kadar dumura uğramış kafalarla bir yere gidilmiyor zaten. O halde yapacağımız iki şey var:
1. Dikkatsiz konuşanları nazikçe uyarıp terimleri ne anlamda kullandıklarını sormak. Tanımlamalarını istemek.
2. Kasıtlı olarak kavramları çarpıtanları ise teşhir etmek. Dostu düşmanı bilelim ve artık kimsenin kullanımı çarpıtılmış kavramların arkasından sinsice saldırmasına izin vermeyelim.
16
Evrensel demokrasi var mıdır?
Demokrasinin genel ilkeleri vardır ama bunların uygulanması her toplumda farklı olmak zorundadır. Her ülkenin binlerce yıldan süzülen bazı iyi ama çoğunlukla kötü gelenekleri ortadadır. Çoğunlukla kötü diyoruz çünkü bunların daha iyileriyle değiştirilmesi insanlığın sürekli çabasıdır. Tarihin temel konularından birisi budur. Bu değişim her toplumda çok farklı ve dolambaçlı yollardan gerçekleşir ve uzunlu-kısalı geri dönüşler görülür. Toplumlar için yazılan reçeteler, onları çıkmaz yollara girmekten ve bazen yüzyılları bulan kayıplardan alıkoyamaz, hatta bazen tam da böylesi hain bir amaçla yazılır.
Bazı İslam düşünürleri İslam toplumlarında demokratik bir gelenek aramış, şura geleneği dedikleri bir yaklaşımı epeyce kurcalamış ama bundan pek bir şey çıkmamıştır. Batı demokrasilerinde çok önemli yeri olan yerel yönetimler ise doğuda çok yenidir ve yukarıdan getirilmiştir. Ne yazık ki batı demokrasisi evrensel model haline gelince bunların adaptasyonu çoğu yerde uymamış gibidir. Dedenin paltosundan bozularak yapılan ceket gibi doğu toplumlarının üzerinde eğreti durmuştur.
Türkiye olarak en büyük eksiğimiz (ve ayıbımız) kendi demokrasi anlayışımızı geliştirmeden yabancı modellerden medet ummamız oldu. Bunu yapabilir miydik? Koşulları var mıydı? Belki yapamazdık ve muhtemelen koşulları da yoktu ama en azından denerken dayak yiye yiye akıllanırdık. Şimdi dayak yesek de akıllanmıyoruz. Tam tersine aptallaşıyoruz. Birileri kafamıza mı vuruyor acaba? Dayak yemeye yeni başlayan 90 nesli belki özgün bir şeyler geliştirir. Bizim nesil için en hayırlısı geçmişin talihsizleri arasında bir an önce unutulup gitmektir. İş niyete gelirse, iyi niyetli olanlarımız çoktu ama akıl daha önemli elbette. Gene de 1970’lerde sık sık “cehennemin yolları iyi niyet taşlarından döşenmiştir” lafını söylediğimizi ve göründüğümüz kadar aptal olmadığımızı hatırlatmak isterim. Yani ben deneyeyim de, belki inanan çıkar.
17
Gezi direnişlerinin olumlu bir yanı: Teorilerden medet ummadılar.
Teori reçete olmadığı gibi, pusula bile değildir. Teoriler sadece düşüncelerimizi toplamamıza ve bakışımızı düzenlemeye yardım eder. (Daha eskilerini saymazsak) 68’lilerin ve 78’lilerin en büyük hatası teorinin kendilerine her adımda yol göstereceğini beklemekti. O dönemi yaşamayanlar bilmez. O gün önümüze hangi sorun çıkmışsa, gece yarısı klasikler açılır, uykulu gözlerle konuya uygun sözler aranırdı. (Not: Sol yayınlarının çevirileri kötünün ötesinde korkunç hatalarla doluydu. Bu rezil çevirilerden beslenerek bir şey üretmeye çalışan solun bu hale düşmesine hiç şaşmamalı.)
Teorilere pusula gibi baksanız bile, elinizde bir pusula ile engebeli bir arazide yürüdüğünüzü varsayın. Önünüzdeki çukuru, tırmanacağının kayanın yüzünü, önünüzdeki bataklığı aşmanıza en ufak bir faydası olmaz.
Bu arada çok fazla teori yapmayalım. Onun yerine ne olup bittiğini anlamaya çalışalım, çünkü teorilere farklı bir anlam yüklersek önümüzü görmemizi engellemesi muhtemeldir. İş bakışta biter. Mesele doğru bakışı elde edebilmektir. Teoriler yararlı da olabilir zararlı da. Nasıl kullandığımıza bağlı. Doğru bakışı bulmaya yardım ederse iyi ama kutsal kitapta duruma uygun ayet arar gibi bakarsak, battığımızın resmidir.
18
BAZEN KENDİMİ KÖTÜ HİSSEDİYORUM.
Düşünür gibi yapan % 99’dan biri oluveriyorum ve bunu fark edince” yuh! gene mi çuvalladık” diye kızıyorum.
Bu konu üzerinde kalem oynatanlar, düşünmesini bilenlerin oranı için yüzde 1 ile yüzde 10 arasında değişen görüşler ifade etmiştir. İnsanların yüzde 90 ila 99 arasındaki kesiminin düşünmediği, sadece düşünür gibi yaptığına inanılır. Kimileri de benim gibi bazen düşünür, bazen düşündüğünü zanneder. Az konuşsam daha az çuvallarım ama kendimi pek tutamıyorum.
DÜŞÜNMENİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL ÖNYARGILARDIR. Düşünür gibi yapmak kafadaki önyargıları evirip çevirerek sonuç ürettiğini sanmaktır. Öncelikle önyargılarımızın farkına varmadığımız taktirde, düşünemeyiz. Ya da, düşündüğümüzü sandığımız anlarda bile önyargılarımızın esiri oluveririz.
Bir başka engel ise görmek istediğimizi düşünmek (tabii istemediğimizi de yok veya önemsiz saymaktır). Akıllı gavurlar(!) buna “wishful thinking” derler. Buna karşı çok yararlı bir alıştırma, işine geleni değil de gelmeyeni görmeye çalışmaktır. Olumsuz bulguların veya faktörlerin listesini yapın. Bu alışkanlığı edinince muazzam bir ilerleme kaydettiğinizi, çok daha gerçekçi bir bakış kazandığınızı göreceksiniz.
Bir de, lütfen hemen genelleme yapmayın. YERSİZ GENELLEMELER BÜYÜK HATALARIN KAYNAĞIDIR. Öte yandan, çoğu şey göründüğünden daha karmaşıktır ve kestirme çözüm arayışları sadece işleri daha da karmaşık hale getirir. İnsan hataya çok kolay kapılıyor, hele ucunda iyi bir beklenti varsa.
19
Bizim için en önemli şey nedir?
Neyi yitirirsek başka her şey anlamsız gelir?
Ve neye sahip olamazsak hiçbir önemli sorunu çözemeyiz?
Bu bağımsızlıktır.
Ülkemde on binlerce ajan ve terörist cirit atarken,
Dört bir yanda bombalar patlarken,
Her şey yabancılara satılırken,
Kültür varlıkları ve kamu alanları yağma edilirken,
Doğa parçalanırken,
Ülke perde arkasından talimat verenler tarafından yönetilirken,
Ve ahalinin bir kısmı bu yağmaya ortak olmak için can atarken
Başka ne önemli olabilir ki…
Sağcıların bağımsızlık değil küçük çıkar peşinde koşmalarını anlayabilirim.
Ama küçük hesap peşindeki sözde solcuların
Ve de küçük düşünenlerin
Ve de bağımsızlık olmadan sözde özgürlük isteyenlerin
Ve herhangi bir sorunu çözebileceğini sananların
İstiklalimize küfredip
İşbirlikçilerin kuyruğuna takılmalarını asla affetmem…
20
Hukuk nedir, ne değildir? Türkiye ahalisi niçin onu sevmez?
Öncelikle ne olmadığına bakalım. Hukuk kurallar ve kanunlar değildir (her ne kadar bunlar hukukun bir parçasıysa da). Aynı kanunların farklı iktidarlar altında nispeten iyi bir şekilde yorumlandığına veya hukuku katlederek kullanıldığına ne çok şahit oluyoruz.
Türkiye dünyanın en geniş mevzuatına sahip ülkelerinden birisidir. Örneğin imar mevzuatı ciltler tutar. Ama ülkedeki tüm binaların yüzde 70’i kaçak, geri kalanı da mevzuata uygun olsa bile ezici çoğunluğuyla çirkin ve yaşama sevincini karartacak niteliktedir. Etrafınıza bakıp da her gün bundan rahatsız olmamışsanız bu yazının devamını okumanıza gerek yok.
Hukuk bir ilkeler bütünü, yaklaşım, felsefe ve bir iradedir. Nasıl yaşamamız gereken sorusuna verilen önemli yanıtlardan birisidir. Nelere saygı göstereceğiz, kişiye veya topluma karşı neleri suç sayacağız, tolerans göstermeyeceğiz. Gerisi ayrıntıdır. Bu ayrıntılar asla önemsiz değildir ama hukuk ilkeleri ve felsefesi ışığında yorumlanmalıdır.
Kanun ve kurallar, saat başı güncelleştirilseler bile asla toplumun hızlı dinamiklerini karşılamayı başaramaz. Bunlarla hayat arasında daima ve her geçen gün artan sayısız boşluk vardır ve boşluklar hukuk felsefesi ve temel hukuk ilkelerine dayanan yorumlarla kapatılmaya çalışılır. Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü anlayışı bu yorumların niteliğini belirler.
Türkiye Cumhuriyeti devleti yeterince örgütlü ve hiç hazırlıklı olmadığı hızlı toplumsal değişim karşısında çözümü ülkeyi yağmaya açmakta bulduğu ve kentlere akan kitleler de yağmaya hırsla katıldıkları için hukuku sevmez. Bunun cezasını hep beraber çekiyoruz. Daha da çekeceğiz. Bu kadar rezillik öyle kolay temizlenmez. Daha yeni başlıyoruz.
Cumhuriyetin kendi hukuksuzluğu içerisinde boğulduğunu asla unutmayalım. Aksi taktirde ihanet yönetimleri birbiri ardına iktidara gelemezdi.
21
BU İŞLER, NEREYE GİDER?
Hangi olasılıklar vardır? Bunların hangileri daha güçlü görünmektedir? Kim ne yapmak istiyor? Nasıl? Muhtemel her durumda gerçekçi alternatifler nelerdir?
Şayet bu sorular her an kafanızda dönüp durmuyorsa yenilgiye uğramaktan hiçbir şekilde kurtulamazsınız.
SULAR AKAR, MECRASINI BULUR ŞEKLİNDE BİR MÜCADELE ANLAYIŞI OLAMAZ.
(Tabii bulur. Her zaman bulur. Ama nereye götürür … ve selinde boğulabilirsin de.)
Öte yandan içinde yaşadığımız koşullarda direnişi herhangi bir programa sıkıştırmak da mümkün değildir. Bunu zorlamak yıkıcı olur, ve zaten -haklı olarak- kabul görmez. Uzun vadeli programlar süreç içerisinde ortaya çıkacak ve bazıları güç kazanırken diğerleri zayıflayacaktır. Ama programım var diyerek zorlamaya çalışanlar olacaktır, o başka.
O HALDE… NE? … (Sakin olur musunuz? lütfen)
ÖNCELİKLE SAPTANMASI GEREKEN:
Olayları kim nereye bağlamak istiyor. Bunu yapmak için ellerindeki olanaklar nedir? (Güçler hiyerarşisi içerisinde en uzun vadeli ve alternatifli programlar emperyalizm tarafından yönetilmektedir). Yeni duruma göre ayarlamalara çoktan başladılar. Bunlarla kurulacak farklı ilişkiler ve/veya çatışmalar ne gibi yeni sorunlar yaratır. Bunları açık yüreklilikle saptamak gerekir. Ayrıca, 7/24 çalışan siyasi hasımlar karşısında 9-17 çalışarak başarılı olunmaz. En büyük hata ise onları akılsız sanmaktır.
YENİ UZLAŞMAYI BOZMAK İSTEYENLER:
Gezi direnişi ortaya yeni bir uzlaşma anlayışı çıkardı. Adeta (ama başka) bir “yeni demokrasi”. Bütün geleneksel gruplar bunu bozmaya çalışacak. Aksi halde yok olacaklar.
Direnişi çok farklı yollarla sabote etmek isteyenler, bu amaçla sonradan meydanlara çıkanlar, saptırmaya çalışanlar izlenmelidir. İlk anda açık tavır alınmasa da, bunlar kısa sürede kendilerini ortaya koymaya başladılar zaten. Ayrılık noktaları er veya geç kendisini gösterecektir. Nasıl tecrit edilecekler? Zararları nasıl önlenebilir.
HİÇ UNUTULMAMASI GEREKEN:
Direnişi sabote etmek isteyenlerin bir kısmı ilk fırsatta birbirlerinin de boğazına sarılacaktır. Şimdilik taktik olarak kimse meydandan ilk ayrılan olmak istemiyor, hoşgörü gösterisinden kopmuyor. Ama ipler inceden geriliyor.
BUNLAR
Tarihteki her direniş hareketinde olan evrensel özelliklerdir. Gazi direnişi de bu özellikleri fazlasıyla taşımaktadır. Aksi, eşyanın tabiatına aykırıdır. Bunlar iradeye bağlı şeyler değildir. İRADE BUNLARIN ÜSTESİNDEN GELEBİLMEKTİR. Sorunlar, onları yok varsaymakla ortadan kalkmayacaktır.
22
Yangına benzinle gidenleri uyaralım…
İNTİKAM DEĞİL HUKUK DEVLETİ
Ortada çok fazla kin ve nefret var.
Bunu artırırsanız başa çıkamaz hale getirirsiniz. O kin ancak insanların, içlerindeki savaş duygusu tükeninceye kadar savaşmalarıyla biter. (Tarih buna işaret ediyor.)
Biraz çevrenizin dışına çıkıp da kin-nefret saçan faşistlerin, köktencilerin ve bölücülerin yazdıklarına göz atarsanız bir anda sağlığınız bozulur.
İşin kötüsü sözde demokrat, solcu olanların bir kısmı bu kin ve nefrete benzin döküyor. Bundan asla iyi bir şey çıkmaz. Hesap denince herkesin aklına sadece intikam geliyor. Hangi pisliğin intikamını alacaksınız. Sonu var mı?
Kin ve nefretle beslenmeyi ve beslemeyi bırakın. Onlar gibi olmayın.
Yönünüzü değiştirin. Komploları açıklayın, davalardaki rezaletleri öne çıkarın. Hukuk çerçevesinde hesabı sorulmalıdır. İstenecek şey budur. Onlara benzeyeceksek bu kadar sıkıntıyı niye çekiyoruz?
İNTİKAMCILIK, HUKUK DEVLETİNİN REDDİDİR.
İntikam sonu gelmez bir sarmaldır. Faşistlerin, köktencilerin ve bölücülerin gıdasıdır.
Ama bu akılsızlıkla korkarım oyunu onların istediği gibi oynayacak ve bizi bu sarmala sokacaksınız. Ve belki de artık çok geç. Emperyalizm gene gülecek, analar gene ağlayacak!!!
Haa! sonunda işi savaşa kadar sürüklerlerse de nefret söylemiyle değil, uygarlık namına, hukuk devletini tesis etmek için savaşalım… Öfkeye karşı akılla tedbir alalım.
Son bir şey, insanları savaşa razı etmek bu yola başvuruyorsanız, öfkeyle kalkanların zararla oturacaklarını ve zaten asla karşılarındaki öfke bataklığı ile yarış edemeyeceğini unutmayın.
Geçmişteki akıl eksikliğimizin bize nelere mal olduğunu unutmayın.
23
KENDİSİNE SAYGISI OLMAYANI KİMSE SAYMAZ…
Kendi ülkesine küfredenlerin korosuna katılanlar bir durup düşünsün.
REJİME KARŞI OLMAK BAŞKA, ÜLKEYE KARŞI OLMAK BAŞKADIR.
Kendimizi bildik bileli hayatımızın her günü bu kokuşmuş rejime karşı çıktık ve bunu ülkemiz için yaptık.
Her ülkenin geçmişinde sayısız pislik vardır. Amerikalılar bağımsızlıklarını kazanınca İngiltere’ye bağlı olan ve nüfusun % 25’inden fazlasını teşkil eden (Loyalist adı verilen) ahalinin mallarına el koyup onları Kanada veya Karayiplere sürdüler. Sonra da yerlileri öldürmeye başladılar. George Washington’un 80 tane zenci kölesi vardı ama kimse ona küfretmiyor. Fransızların 80 bin kişiyi öldürdükleri St. Bartholemy gecesi katliamından, 100.000 yurttaşlarını Auschwitz’in ara istasyonu olan Drancy toplama kampına koyup Nazi’lere teslim etmesine kadar binlerce pisliği vardır. Napoleon 2 milyon Fransızı öldürdü ama ona da küfretmezler. Almanları ve Rusları anlatmak için altı bin sekiz yüz kırk üç klasör gerekir. Ama bunların hiç birisi ülkesine ve ulusuna küfretmez, eleştirenleri vardır elbet. Daha da ziyade olsun. Bize bakalım.
Türkiye’de aramızda olan bazı (ne desek)ler ise sabah akşam, yatıp kalkıp Cumhuriyete, bağımsızlığımızı kurtaran atalarımıza ve ulusumuza küfrediyor. Her ne kadar bunlar çoktan “yetmez ama evet”çiler gibi itibarsızlık çukurunun dibine düşmüşlerse de (zaten bir kısmı onlardan olmuştur) , aralarından birileri, sürekli yağmalanan bu zavallı ülkenin hala kendilerine sağladığı şeyleri belki hatırlar. Şunu da unutmasınlar, kendi ülkesine küfreden dünyanın her yanında pislik muamelesi görür. Bazen yüzlerine bakıp kullanırlar ama daima pislik olarak görürler. Yani, hadi bizden vaz geçmişler, yabancılara yaranacaklarını da sanmasınlar.
Önemli not: Bunu X bayrağına selam durup kendi bayrağından korkan bir kısım Türkler için yazıyorum. Yanlış anlaşılmasın. Bir Gün diye başlayıp uzatmayalım…
24
ANALİZ YAPARKEN FAYDALI BİR YOL
Hayatın karmaşıklığını çözmek genellikle kolay değildir. İnsanı yanılgıya götüren birçok faktör vardır:
– Düşüncenin koşullanması,
– Birilerinin peşine takılmak,
– Bilgi eksikliği,
– Dezenformasyon,
– Yanlış noktadan başlamak,
– İleri sürülen verileri kontrol etmeden doğru kabul etmek,
– Söylenen bir şeyin üzerine atlamak,
– Yanlış mantık yürütmek,
– Bağlantıları doğru kuramamak vs.
Yani yanılgıya veya çözümsüzlüğe düşmek pek kolaydır. Hepimizin başına sık sık geliyor. Buna karşı size garantili bir yol öneremem, çünkü böyle bir yol bulunmuyor. Gerçi “ne kadar az konuşursanız o kadar az yanılırsanız” şeklinde bir tavsiye yapılabilir ama bunun sonu “hiç konuşmazsan hiç yanılmazsın” a gider.
Önereceğim yöntem bir konudaki alternatifleri incelerken ilk planda asla mümkün olmayan seçenekleri ayırıp bir kenara koymaktır. Böyle bir yaklaşım önünüzde kalan seçenekleri azaltacak ve bakışınızı berraklaştıracaktır. Daha sonra da olayı veya durumu etkileyen faktörlerin gerçekçi bir dökümünü yaparsanız işiniz daha da kolaylaşır. Gerisi size kalmış, artık işiniz daha kolay. Böyle yaparsanız emperyalizmden demokrasi, işbirlikçilerinden barış süreci, etnik ayırımcıdan insan sevgisi, politikacıdan doğru söylemesini, elektrik fakültesinden de bedava lahmacun beklemezsiniz. Geriye fırınlar ve kebapçılar kalır. Onlar da bedavaya vermez ama hiç değilse boş yere okul kapısında beklemezsiniz. Çözüme bir adım olsun yaklaşmak ne güzel değil mi?
25
Yaşadığımız topraklar tarihi olarak batı ile doğunun arasında kalır.
Bu ikilik Helenler ile Persler zamanında ortaya çıkmıştır.
Sonra Roma ile Persler,
Sonra Bizans ile Persler ve Araplar,
Sonra Osmanlı ile Persler arasındaki çatışmalar şeklinde süregelmiştir.
Tabiatıyla arada sayısız başka unsur daha birbirine karışarak iz bırakmıştır (Yahudiler, Kafkasyalılar, mezhep farklılıkları, Balkan kültürleri… çok uzun bir liste…).
Bu süreç içerisinde Türklerin bir kısmı Helen-Roma kültürüne göre yaşamaya başlamıştır.
Bir kısım Türkler ise bu kültüre tepkilerini Arap kültürüne yaklaşarak ifade etmiştir.
İşin ilginci Sünni Türklerin bir kısmı Helen, bir kısmı da Arap kültürüne yaklaşmıştır.
Buna karşı Alevilerin daha azı Helen kültürüne yaklaşmış, ama Alevilik temelde Arap kültürünü şiddetle reddeden Fars kültüründen esinlenmiş bir Türk halk tepkisi olduğu için bu kesim nispeten arada kalmıştır.
Sünni İslami kültür ise, gerek günlük yaşam, gerekse de politik tutum olarak Hıristiyan Ortodoks kültürden ne kadar etkilendiğinin farkında bile değildir. Bunu incelememiştir bile.
Kürtlere gelince, bunlar temelde Fars kültürünün bir uzantısıdır. Ama mühim kısmı Sünni oldukları için Arap etkisindeki Sünni kesimle müttefik olmuşlardır.
Bu bağlantıyı tespit eden emperyalizm söz konusu ittifakın koçluğunu yapmaktadır.
Türkiye’deki olayların arka planlarından birisi budur.
Ama sadece bir tanesidir. Hemen her şeyin temelindedir ama her şeyi bununla açıklamaya kalkan olursa bir yere gidemez.
26
Siyaset çoğu zaman körleşmeye yol açar
ASLİ ÇELİŞKİ DOĞA İLE İNSAN ARASINDADIR
Söz konusu çelişkiler insanın günlük hayatta kalma mücadelesinde doğa ile kurduğu ilişkilerden kaynaklanır. Bu bir bakıma bir iç çelişkidir çünkü çoğu zaman unutsa da, insan doğanın bir parçasıdır. Ancak aykırı olan parçasıdır.
Bunun en uygun benzetmesi vücudun içerisindeki kanser hücresidir. Vücudun bir parçasıdır ama hücrelerin yenilenmek için ölmelerini gerektiren şifre bunlarda bozulmuştur. Kendileri kontrolsüz çoğaldıkça, parçası oldukları vücudu öldürürler.
Eski inanç sistemlerinin bazılarında insanlar kendilerini doğanın kimi unsurlarıyla özdeşleştirmiştir. Animist inanca sahip küçük topluluklar doğada yok denecek kadar az iz bırakarak yaşadı. Ne var ki bunlar giderek marjinalleştirirken (şimdilerde adalarda ve Amazonda birkaç ufak gruptan ibaret) daha karmaşık inançlar insanın doğanın üzerinde özel bir yaratık olduğunu iddia etti. Bunlara göre, tüm diğer yaratıklar insanın istifadesi için yaratılmıştı. Bu inancın sahipleri son yüz küsur yılda yeryüzündeki canlı yaşamın yaklaşık yarısını yok etti ve büyük genetik yıkımı başlattı.
Doğada bıraktığımız iz yıkım boyutlarına ulaştı ve ne yazık ki bunu durdurmak artık olanaksız. Belki bazı bölgelerin özel koşullarında yıkım sınırlanabilir.
Doğa daha önce de meteorlar veya volkanik indifalarla büyük yıkımlar yaşadı ve her seferinde toparlanıp tür çeşitliliğinin tekrar artması milyonlarca yıl sürdü. Ama hiçbir zaman böylesine zehirlenmemişti.
Uzaktan bakılınca batan bir gemide iktidar için boğuşan sersemlere benziyoruz.
Ama bir kısmımızın aynı zamanda doğadaki yıkımı azaltmak için de savaştığımızı unutmayalım. Kapitalizmle halk arasındaki temel çelişki, doğa ile insan arasındaki asli çelişki ile çok büyük bağlantıya sahiptir. Bu hayatımıza karışılıp karışılmamasından, ya da nasıl karışıldığından çok daha önemli bir husustur, ne var ki siyasetin sıcaklığı içerisinde buna kulak verecek pek az kişi bulunur.
27
SURİYE VE (kısmen de) MISIR’DAKİ SON GELİŞMELER KADERİMİZİ NASIL DEĞİŞTİRİYOR?
Öncelikle AKP’nin yeni Osmanlıcılık politikasının erken iflasını ilan ederek. RTE’nin Arap dünyasındaki itibarı artık eskisinin gölgesi bile değil. Dünyanın geri kalanındaki itibarı da keza. (Gezi ile başlayan direnişler bunlardan bağımsız ele alınamaz.) Benim anlamadığım, bir yandan Osmanlı mirasının paylaşımı büyük sarsıntılarla sürerken RTE ve ekibinin yeni Osmanlıcılık masalına nasıl inandırıldığı. Bakalım Araplar petrol dolarlarını Sünni köktencilere eskisi kadar akıtacak mı?
Bu kadar itibar yitiren bir siyasetçinin büyük düzenlemelere girişme kabiliyeti kalmaz.
İkinci olarak AKP ile PKK arasındaki (varlığını hemen anladığımız ama detaylarını hala tam bilmediğimiz) pazarlık bozuldu. Şayet Suriye’nin parçalanması gerçekleşseydi bölgede yeni oluşumlar için adım atılacaktı. Hesaplar bunun üzerine yapılmıştı. RTE şimdi Suriye üzerinden vereceğini veremeyince, Türkiye’deki pazarlık da geçersiz kaldı ama PKK vaat edilenleri istiyor. RTE vermeyecek çünkü vermesine imkan yok. PKK alamayacağını biliyor ama bunları propaganda için kullanıyor.
Aslında, her iki taraf da olaya samimiyetsiz bir şekilde girdiler. (1) Kısa vadeli bir ateşkes her ikisi için de gerekliydi. (2) Onlar savaş ve barış talimatını emperyalist güçlerden alırlar. (3) Barış böyle pazarlıkla olmaz, koşulları açıkça tartışılır. (4) Barışın tarafları, temsil kabiliyetine sahip olmalıdır. Bu nedenlerle duruma SAHTE BARIŞ demiştik. Barış ancak halkın taleplerini samimiyetle temsil eden ve emperyalizme direnebilen güçler tarafından getirilebilir. Bu da henüz ufukta yok. Sahte barışın ifşa olmasından sonra ne yapacaklarını tahmin etmiyor değiliz ama sonuçta batıdan talimat bekleyecekler. Vaat edilen koşulların artık geçerli olmayacağı ise kesindir. Sözde barışa gelince, buna zaten hiç inanmamıştık. KAPTIKAÇTI BARIŞ OLMAZ.
Şimdi BOP nasıl sürdürülecek? Suriye’deki yenilgilerden sonra muhtemelen yeni yöntemler geliştirecekler. Bunu göreceğiz. Ancak bölge halklarının toparlanmak için biraz daha vakit kazandıkları söylenebilir. Bu vakti kullanabilirler mi? Kullanmak zorundalar. Aksi halde kaderimizi değiştirmiş değil, sadece geciktirmiş olurlar. Ne var ki burada önemli bir faktör uyanıştır. Artık yeteri kadar kişi oyunları görüyor.
28
DEMOGRAFİ KADERİMİZDİR
demişti A. Comte, RTE de bunu çoğu kişiden daha iyi biliyor.
Cumhuriyet öyle çirkin bir noktaya doğru evrildi ki, artık her şey kapitalizm için kar konusu oldu. Milli eğitim yabancı müdahaleleriyle yıkılırken, iyi olduğu varsayılan bir eğitim artık servete mal oluyor. ABD’de üniversiteyi borçla okuyanlar ortalama 42 yaşına kadar bu krediyi ödüyor. Şimdi, bizde de işin suyu çıktı. Yıllığı 47 bin liraya kadar çıkan ana okulları var. Yuh ki ne yuh! Burslu ve yarı burslular hariç, en ucuzu 20 bin gibi. Bir çocuğun 16-18 yıllık eğitimi (sadece yıllık okul ücreti) paralı okullarda toplam 400 ile 750 bin lira arasında değişiyor ki bu, paranın diğer maliyetleri ile birlikte (faiz, başka kullanımdan sağlayacağı net kazanç veya faydadan vazgeçme, çoğu zaman aile varlıklarını satma) 1 milyon lirayı aşıyor. Muazzam bir gelir ve servet transferi. Bu bir işçinin veya küçük üreticinin ömrü boyunca kazanacağından fazla. Asgari ücretin 1200 katı filan. Yani kişi asgari ücretin iki katını kazansa elli yılda eline geçen para. Ne rezil bir sistem. (120 asgari ücretle bazı yerlerde başını sokacak bir ev alabilirsin, eğitim için 1200 asgari ücret. 600 olsa ne olur). Öte yandan böyle bir eğitim derdi olmayan aileler için çocuğun o kadar yüksek bir maliyeti yok. Yıkım olmadan büyüyüp gidiyor. İyi eğitim peşindeki ailelerin ortalama çocuk sayısı Avrupa’daki gibi 1.2 civarında. Diğerlerinde 3 civarında (bazılarını saymıyorum bile). RTE burada çok gerçekçi bir tespit yapmıştı. Kafadan karşı çıkanlar bir kez daha düşünsün bu işin anlamını. Okuyan, tiyatroya giden nitelikli bireylerin sayısı 50 yıldır çok az artıyor. Doğal hayatlarının sonuna gelenlerin bu sayıdan düşmesi, kendini yetiştirerek bu gruba geçen nitelikli bir hayat isteyen gençlerle telafi ediliyor. Ama bu kez onlar da az çocuk yapmaya başlıyor. Yeni katılanlarla birlikte, nitelikli kesim gene de nüfusun yüzde 10’unun üzerine çıkartılamıyor. Artık tam tersine bu kesim yok edilmek isteniyor. Şimdi bunları besleyen basın-yayın marjinalleştiği gibi, tiyatro ve diğer kültür kurumları da kapatılıyor.
Kısacası Cumhuriyet demografik selin altında kaldı. O halde, bazı şeyleri buna göre de düşünmek gerekir. Demografik seli oluşturanları daha iyi anlamakla başlayabilirsiniz mesela. Her cinsten “ilerici” grup onları “karşı tarafta” görüp “onlara” terk etmeseydi muhtemelen bazı şeyler farklı olurdu. Kaderi de değiştirmek mümkündür. Aksi halde ne uğraşıyoruz ki?
Her ulusun kaderi demografisinde yatar. Kısmet olursa ara sıra bunu örnekleriyle açarım.
29
Sosyal mücadelenin bazı koşulları…
Başarı koşulları farklıdır elbette ama sosyal mücadelenin belli bir seviyeye gelmesi için iki ön koşulun oluşması gerekir.
Öncelikle, halkın önemli bir bölümünün mevcut veya beklenen durumda yaşamayı kabul etmemesi;
İkinci olarak da insanların bu mücadele için bedel ödemeye, fedakarlıkta bulunmaya razı olması gerekir.
Bunun dışındaki koşulların hiç birisi tüm sosyal mücadelelerin ortak bir noktası değildir. Örneğin, makul bir başarı şansı koşulundan söz edersek, tarihte birçok mücadelenin bu koşul olmadan başladığını, hatta uzun süre devam ettiğini görebiliriz. Ayrıca liderlik de başarılı bir sosyal mücadelenin koşuludur ama iyi bir liderlik olsun veya olmasın hiçbir sosyal mücadelenin başarılı olacağına dair garanti yoktur.
Ne var ki, yukarıda söz ettiğimiz iki ön koşul Türkiye’de belli ölçülerde yerine gelmiş gibidir.
BUNDAN SONRASI SİYASİ YETENEK VE OLGUNLUK SAHİBİ BİR LİDERLİĞİN ORTAYA ÇIKMASIDIR Kİ, BU HENÜZ GERÇEKLEŞMEMİŞTİR. Bunların siyaset sanatını kavraması ve olgunlaşması yeni mücadelelerin içinde olacaktır. Bu tip liderler okulda veya kavanozda yetişmez. Bedelleri ağırlaştıran hataların acısını yaşayarak ve kendileri de bunları yaparak yetişirler. Ayrıca süreç uzun sürebilir.
Burada işin püf noktasına geliriz: liderlerin aynı zamanda ORTAK BİR İDEALE, BİR GELECEK PROJESİNE sahip olmaları gerekmektedir. Bu onların referansları olacaktır. (Diğer referans sahip oldukları değerlerdir.)
Öte yandan, sosyal projeler mimari projeler gibi değildir. Her adımda değişerek ve evrilerek ilerler. Toplumun farklı talepleri arasında sürekli değişen uzlaşmalar aranır. Bakalım geleceğin liderleri bu dengeleri nasıl oluşturacak. BUNU KİMSE BUGÜNDEN KESTİREMEZ. Yani, “önce çalışalım, sonra oturup bir program yazalım” ya da “önce bir program yazalım, sonra bunu gerçekleştirelim” şeklinde yaklaşımlar bir yere varmaz. Ama referans noktalarına gerek vardır. İdeolojik, etnik, mezheple ilgili ve kültürel farklılıklarıyla birlikte var olma koşulları netleşmemiş olan Türkiye’de bu çok zor bir iş olacaktır ama başarılması için hiçbir çaba esirgenmemelidir.
30
Türk siyasetinin iki ihanet arasında sıkışan kökleri…
İTTİHATÇI KALINTILARI BİTMEZ ama HÜRRİYET ve İTİLAFÇILAR DA GEMİ AZIYA ALDILAR
Epey oluyor ki, kafa karıştıran bir kesim, “ulusalcılar” diye bir hedef yaratıp oklarını fırlatıyor ama hep bel altından vuruyor. Türkiye’nin temel sorunu olan anti-emperyalist mücadeleyi baltalıyor, yurtseverleri karalamaya çalışıyor.
İşin karanlık özü, TÜRKİYE’DEKİ TÜM POLİTİKA’NIN TEMELİNDE İTTİHATÇILARIN OLMASIDIR.
Bu “büyük patlamaya” benzer. Nasıl bütün madde ve kainat bundan sonra oluşmuşsa, Türk siyaseti de İTTİHAT ve TERAKKİ’den sonra oluşmuştur. Bunlar radikal ama işbirlikçi bir örgüttü. Osmanlı bürokrasisinin bir “dış dayanak arama” alışkanlığını sürdürdüler. Mustafa Kemal de buradan yetişmiş fakat işbirlikçiliğe karşı olduğu için erken bir dönemde yolunu onlardan ayırmıştı. Ama kadrolarını bunlardan (yani tövbekar İttihatçılardan) devşirmekten başka bir çaresi yoktu. Bunların tövbekarlıkları samimi değildi. İlk fırsatta emperyalizme tekrar boyun eğdiler. Ruhları kirliydi.
HÜRRİYET ve İTİLAFÇILAR ise dini gericilik ve emperyalizmle işbirliği içerisinde, satılmış ve darbeci, bir sözde liberal güruhtu. Onların ruhları daha da kirliydi. İ.Terakkinin’nin aşırı baskıcılığına karşı muhalefeti daima komplocu tarzda yaptılar. Bunların “kozmik zamanı” 31 Mart vakası ile başlar.
Bu ayırım günümüzde de Türk siyasetine damgasını vurmuştur. Amerikancı darbeler ile Amerikancı iktidarlar birbirini izleyerek bugünkü yağmacı ve gerici düzeni oluşturdu. Türk sağı daima iki işbirlikçi kesimin yani İ. Terakki’nin ve Hİ varyasyonları arasında gidip geldi ama ibre sonunda Hİ’ye eğildi ve sonunda orada takılıp kaldı. İkisi arasındaki düşmanlıkta karşılıklı komplolar küçümsenmeyecek bir yer tuttu. Nihayetinde her ikisi de rollerini emperyalizmin iplerine bağlı olarak oynuyordu.
Türk solu ilk başta her ikisine da karşı doğru tutumu aldı. Ne var ki zaman içerinde İT ve Hİ zehirleri Türk soluna da nüfuz etti. Bir kısım sol 1960’larda gerçekten darbecilerden medet umdu ama boş beklentileri 9-12 Mart ile fena tosladı. Bunlar şimdi bir kalıntıdan ibaret ama varlıkları abartılarak yurtsever sola saldırma bahanesi yapılıyor. Bunu yapan da 1980 sonrasında üst üste üç darbeden bunalan solun dağılması üzerine giderek Hürriyet ve İtilafçı olan kesim. Soldaki Hİ çizgisi (ki 1975’lerde Birikim ile başlamıştı) dini gericiliği ve emperyalizmi “demokrasi adına” kucaklayarak kalın bir ihanet çizgisine oturdu.
Türk siyasetinin iki ihanet arasında sıkışan köklerini iyi anlamalıyız.
Mehmet Tanju Akad